Orta
Asyayı yeniden keşfetmek
S.
Frederick Starr'ın 'Rediscovering Central Asia' başlıklı yazısının Türkce
tercümesini sunuyorum. Bu değerli bilim
adamının değerlendirmelerini İlgi, gurur, hüzün ve ibret ile okuyacağınızı
düşünüyorum.
Işık
Doğudan, Türklerden geldi. Ne zaman
ki ‘’Nizamülmülk ile İmam Gazali Orta
Asya’da bağımsız düşünce üzerinde yükselmiş olan perdeyi indirdiler’’, o zaman
ışık
söndü.
Arif
İsmet Vidinli
ORTA ASYA’ YI YENİDEN KEŞFETMEK
S. FREDERICK STARR
Orta Asya, bir zamanlar ‘binlerce kentin
bulunduğu topraklardı’ ve dünyanın en tanınmış bilim insanlarının, şairlerinin
ve düşünürlerinin bir kısmı burada yaşıyordu.
Günümüzde bu bölge acımasız bir durgunluk
içinde kalmıştır. Orta Asya’nın geleceğini hayal etmek için görkemli geçmişine
yolculuk yapmamız gerekir.
M.S. 998 yılında birbirinden yaklaşık 300
kilometre uzakta, günümüzde Özbekistan ve Türkmenistan adıyla bilinen
topraklarda yaşayan iki genç adam yazışmaya başlamıştı. 21inci yüzyıl
laboratuvarlarına son derece uygun gibi
görünecek sözlü bir dövüş ile tartıştıkları
18 sorunun bazıları bugün hâlâ büyük bir
güçle yankılanmaktadır..
Yıldızların arasında başka güneş sistemleri
var mı yoksa evrende yalnız mıyız? diye soruyorlardı. Avrupa’da bu sorular 500
yıl daha yanıtsız olarak kalacaktı ama bu genç adamlar yalnız olmadığımızdan
emindiler. Yeryüzünün bütün ve tamamlanmış olarak mı yaratıldığını yoksa zaman
içinden evrim geçirip geçirmediğini de sormuşlardı. Zamanın başı ya da sonu
olmayan bir süreklilik olduğunu kabul etmişlerdi.
Başka bir deyişle yaradılışı kabul etmemişler
ve evrimsel jeolojinin ve hatta Darwin görüşlerinin ortaya çıkışını yaklaşık
bin yıl önceden tahmin etmişlerdi. Bu fikirler itiraf ettikleri gibi, orta çağ
Hrıstıyanlığına olduğu kadar İslam inancına da aykırıydı.
Bilim tarihinde, bugün geri kalmış olarak
kabul edilen bölgede bin yıl önce ortaya atılan bu sorular kadar büyük bir
cüretle geleceğe atılmış pek az tartışma vardır. Bir kaç kopyası elimize
ulaştığı ve yaklaşık bin yıl sonra basıldığından bunları biliyoruz. Yirmi altı
yaşındaki Ebu el-Reyhan el-Biruni ya da Biruni (973-1048) Aral Gölü kıyısında
yaşıyordu ve coğrafya, matematik, trigonometri, kıyaslamalı din, astronomi,
fizik, jeoloji, psikoloji, mineraloji ve
farmakoloji dallarında öne çıkmıştı. Ebu Ali Sina ya da İbni Sina (tahmini
980-1037) günümüzdeki Özbekistan’daki görkemli Buhara kentinde yaşıyordu ve
tıp, felsefe, fizik, kimya, astronomi, ilahiyat, klinik farmakoloji, etik ve
hatta müzik alanlarına damgasını vurmuştu. Daha sonraları İbni Sina’nın el-Kanun
fi’t-Tıb adlı yapıtı Latinceye
çevrilince, Batı dünyasında çağdaş tıbbın başlangıcı tetiklenecekti. Antik çağ
ile Rönesans dönemi arasında yaşamış olan en büyük bilim insanları arasında yer
almaktadırlar.
Bugün çoğu kişi bu tartışmacı dahileri Arap
olarak tanımaktadır. Her ikisi de Arapça (ayrıca Farsça) yazdıklarından dolayı
anlaşılır bir durumdur ama İngilizce yazan bir Japon nasıl İngiliz sayılmazsa,
Arapça yazan bir Orta Asyalı da, Arap sayılmaz.
Daha doğrusu her ikisi de günümüzde Orta Asya
adını verdiğimiz bölgede yaşayan matematik, astronomi, tıp, jeoloji, dil bilim,
siyaset bilimi, şiir, mimarlık ve uygulamalı teknoloji alanlarında dahi
düzeyine ulaşmış etnik Türkler grubuna mensuptu. 800 ile 1100 yılları arasında
Orta Asyalı bilim insanı, sanatçı ve düşünür topluluğu, bulundukları bölgeyi
dünyanın entellektüel merkezi durumuna getirmiş ve etkileri Doğu Asya’dan
Hindistan’a, Avrupa’ya ve Ortadoğu’ya kadar yayılmıştı.
Oldukça görkemli bir ortamdı. Bin yıl önceki
Orta Asyalıların zihinsel başarılarını saymaya nereden başlayacağını bilmek de
oldukça zordur. Matematikte oransız sayıları ilk kabul edenler, kübik
denklemlerin farklı biçimlerini uygulayanlar, trigonometriyi icat edenler,
ondalık sistemi ve Hint rakkamlarını (Batı dünyasında ‘Arap’ rakkamları olarak
adlandırılır) yaygınlaştırıp kullananlar Orta Asyalılardı. Astronomide dünyanın
çapını son dönemlerle kıyaslanabilecek kadar büyük bir kesinlikle saptamışlar,
çağdaş zamanların öncesinde en büyük gözlemevlerinin çoğunu inşa etmişler ve
son derece kesin astronomik tabloları hazırlamak için kullanmışlardı.
Kimya alanında tepkimeleri ilk kez tersine
çevirenler saflaştırmak için kristalizasyonu kullananlar, özgül yer çekimini
ölçenler, Dmitri Mendelev’in 1871’de hazırladığı periyodik tabloyu çağrıştıran
biçimde elementleri gruplayanlar yine Orta Asyalılardı. Bilgi ve bulguları
toplayıp ekleyerek eski tıp bilimine katkıda bulundular, farmakoloji alanını
genişletip Batı’ya ve Hindistan’a yaydılar. Teknoloji dalında yel
değirmenlerini ve suyu kaldıran hidrolik makineleri icat edip zaman içinde
batıda Ortadoğu ve Avrupa’ya ve doğuda Çin’e kadar yaydılar.
Yüzyıl kadar önce Leipzig’li düşünür Heinrich
Suter bu bilim insanlarının çoğunun etnik Türk kökenli olduğunu ve Orta
Asya’dan geldiğini ilk kez ortaya çıkardı. Bu durum matematikçi ve astronom
Muhammed bin Musa el-Harezmi (tahmini M.S. 780-850) için de geçerlidir.Tıpkı
Biruni gibi o da Özbekistan-Türkmenistan sınır bölgesindeki Harizm yöresinden
geldiğinden ‘el-Harezmi’ adıyla bilinir. Bir çok keşfinden biri olan algoritma
hâlâ adının çarpıtılmış biçimiyle kullanılırken, ‘algebra’ (cebir) adı ise
doğrudan doğruya matematik konusundaki ünlü kitabından gelmektedir. Aynı
şekilde Aristotle etikleri konusundaki yaratıcı analizi, Thomas Aquinas
dışındaki tüm Batılı düşünürlerin çalışmalarını aşmış olan, Batı dünyasında
Alfarabius adıyla tanınan Ebu Nasr el-Farabi de (tahmini M.S. 872-961) Arap
değil, günümüzde Kazakistan bölgesinde yaşayan bir Türk idi.
Abbasi Halifeliğini aslında Orta Asyalıların
kurmuş olduğu göz önüne alınınca Orta Asyalı bu entellektüellerin Bağdat’daki
önemli rolü pek de şaşırtıcı gibi gelmiyor.
Böylesine ünlü dahiler yetiştirmiş olan ‘Orta
Asya’ bölgesi hangi ülkeleri kapsıyor? 1991 yılında bağımsızlığını kazanan beş
‘istan’ yani Kazakistan, Kırgızistan, Özbekistan, Tacikistan ve Türkmenistan’ın
bunların arasında bulunduğu kesindir. Ayrıca günümüzde Afganistan’da bulunan
Balkh, Herat gibi kentler de bu entellektüel gelişimin önemli noktalarıydı.
İran’ın kuzeydoğusunda yer alan Horasan eyaletinin başkenti Nişapur da sözünü
ettiğimiz bereketli yıllarda bir çok yaratıcı kişi yetiştirmiştir. ‘Dahiler
bölgesinin’ sınırları Çin’in batı bölgelerine kadar yayılıp eski Kaşgar kentini
ve Orta Asya’nın kültürel yörüngesine girmiş diğer büyük merkezleri de
kapsamaktadır.
Haritanın üzerine bir daire çizmek ile Büyük
Orta Asya adı verilen bu bölgenin böyle bir kültür patlamasını nasıl
yarattığını açıklamak farklı olgulardır. Gelişen kentler kültürel yaşam için
yeni alanlar yaratıyordu, bir Arap gezgin ‘binlerce kentin bulunduğu topraklar’
adını verdiği günümüz Afganistan, Tacikistan ve Özbekistan yöresine hayran
kalmıştı. Bir zamanlar bu yörenin başkenti olan Balkh kalıntıları hâlâ
Afganistan’ın Mazar-i Sharif yaylasının batısında kilometrelerce uzanmaktadır.
En görkemli döneminde Balkh kenti, Paris, Roma, Pekin ya da Yeni Delhi’den daha
büyüktü. Tüm bölgesel merkezler gibi Balkh’ın da akar suyu, hamamları, ve
görkemli sarayları, saray dışında yaşayan halk için kerpiç tuğladan inşa
edilmiş sağlam evleri vardı.
Orta Asya, Avrasya topraklarının büyük
kültürlerini birbirine bağlayan yolların kesişme noktasıdır. Günümüzde ‘İpek
Yolu’ adı verilen yol ağı şaşaalı döneminde her yöne çeşitli malların taşınması
için kullanılıyordu. Cam üfleme tekniği Ortadoğudan Çin’e Orta Asya vasıtasıyla
yayılırken, kağıt ve ipek üretimi ters yönde Çin’den Batı’ya yayılmıştı. Ama
Orta Asyalılar pasif taşıyıcılar değildiler. Beş yüz yıl boyunca Ortadoğulular
ve Avrupalılar, Semerkand üretimi kağıtları en kaliteli olarak
değerlendirmişlerdi. Avrupa’nın ortaçağ katedrallerinin çoğu şimdi Özbekistanın
Fergana Vadisinde üretilen ipek kumaşlarla bezenmişti.
Tüccarlar ayrıca dinsel görüşleri de
taşıyorlardı. Büyük İskender’i (M.Ö. 356-23) izleyen Yunanlı yerleşimciler
Afganistan’daki yeni kentlerine Athena, Hercules ve Afrodit’in kültlerini
getirmişlerdi. Ardından Budizm bu bölgede kendine verimli topraklar bulmuş ve
buradan Çin’e, Japonya’ya ve Kore’ye yayılmıştı. Yaklaşık aynı dönemde Yahudi
toplumları da şekillenmiş, Suriye Hrıstiyan piskoposlukları kurulmuş ve bölgede
Manichean toplumlar (hem Tanrı’ya hem Şeytan’a inanan bir mezhep) ortaya
çıkmıştı. Bunca farklı dinin altındaki katmanda bölgenin ana dini olarak iyi
ile kötünün, cennet ile cehennmenin
mücadelesine, ruhun kurtuluşuna dayalı olan
Zerdüştçülük yatıyordu.
Milattan önce altıncı ya da yedinci yüzyılda
yaşadığı tahmin edilen Zerdüşt, Balkh bölgesinden gelmişti ama dinsel görüşleri
batıya doğru yayılmış, Babil’de bu dinle tanışan Yahudiler etkisi altında
kalmışlardı. Zerdüştçülük kavramları Yahudilikten sırasıyla önce Hrıstiyanlığa
ardından İslama yayılmıştı.
Yedinci yüzyılın sonlarında İslam dini Arap
ordularıyla buraya gelince, bugün kıyaslamalı din ve felsefe analizi diye
adlandıracağımız konularda uzman olan bir toplumla karşılaştı. Orta Asyalıların
çoğu din değiştirirken, geri kalanları en azından din değiştirmek için kültürel
coşkunluk dönemi sona erene kadar beklemişti. Astronom el-Harezmi, Hint
rakkamları (ve sıfır kavramı) kullanımının yararlarını diğerleriyle kıyaslayan
bir kitap yazarken, başkaları da iyi fikirler bulmak için Hint geometrisini,
astronomisini, ve hatta takvim sistemlerini araştırıyorlardı. Dünyanın başka
herhangi bir yerinde entellektüel açıdan böylesine açık bir bölgenin
bulunduğunu hayal etmek bile zordur.
Orta Asyalıları, Çinlilerden ve Araplardan
ayıran en önemli nokta, birden fazla dil bilmeleriydi. İnsanı şaşkına çevirecek
sayıda farklı dilin ve alfabenin bulunduğu bir ortamda yaşamayı olağan kabul
ediyorlar ve hangisine gereksinimleri varsa o konuda uzmanlaşmayı
başarıyorlardı. Yeni bir din taşıyan Arap orduları gelince, bazı görevlilerin
ve entellektüellerin neler sunduğunu görmek için Arapların garip dilini
öğrenmeleri son derece doğaldı. Ardından klasik Yunancadan tercüme edilmiş
yazılarla tüccarlar gelmeye başladılar. Çoğunlukla Hrıstiyan Arapların
tercümeleri Orta Asya’daki bilim ve felsefeye yeni fikirler getiren çalışmaları
oluşturdu,. Zaman içinde halk bu konularda uzmanlaşacak ve eski Yunan akıl
hocalarından daha ileriye gideceklerdi.
Bu yaratıcılık patlamasında din ne kadar
önemli bir rol oynuyordu? Çoğu kişi için İslam önemli bir unsurdu. Buhari,
yaşamboyu sürecek bilimsel çalışmalarına başlarken diğer bazı düşünürler gibi
hiç kuşkusuz derin dindarlığın etkisi altında kalmıştı. Farabi, etik temelleri
üzerinde yaptığı araştırmaların resmi dini sağlamlaştıracağından hiç kuşku
duymamıştı. Bazıları gerçi Farabi ile aynı fikirdeydi ama dinin araştırmaları
yönlendirip kısıtlaması yerine, özgür sorgulama ve araştırmaların dine yön
vermesi gerektiğine inanıyordu.
Bu arada dinin sıradan kitleler için yararlı
olduğuna ama entellektüeller için saçmalık olduğuna inanan septikler de vardı.
Günümüzde daha çok şiirleriyle tanınan ünlü matematikçi Ömer Hayyam da
(1048-1123) aynı fikirdeydi. Ömer Hayyam’ın şiirleri 19uncu yüzyılda Rubailer
olarak tercüme edilip Batı dünyasına tanıtıldı.
Bütün bunlara dayanarak entellektüel
cesaretin, dinin sundukları yerine sunmadıklarına daha fazla borçlu olduğunu
söyleyebiliriz. Aynı dönemde Batı’da din ile bilim arasında süren mücadeleye
bakınca bu durum önem kazanmaktadır.
İnsan, diğer yapıtlarının yanısıra müzik
kuramları üzerine önemli bir çalışma yapan Farabi gibi birinin dünyayı kendi
avucundaymış gibi görmek için izin almaya ya da cesaretlendirilmeye gerek
duymadığını düşünüyor.
Döneme özgün parlaklığını veren büyük
beyinler birbirinden çok farklı olduğundan Orta Asya’nın altın çağının dayanak
noktalarını tam olarak saptayabilmak çok zordur. Bir kısmı zengin toprak sahibi
ailelere mensuptu ve arazilerinin geliriyle yaşayabiliyordu. İbni Sina ve
Biruni gibileri ise bol kazançlı yüksek makamlara atanmışlardı. Ama bunlar
ayrıcalıklı durumlardı. Düşünürlerin çoğu tam-zamanlı çalışan bilim
insanlarıydı ya da en azından böyle olmayı arzuluyorlardı. Kendilerini
destekleyecek bilim akademileri ya da üniversiteler olmadığından işleri hiç de
kolay değildi.
Orta Asya’nın gücü belirli bir noktaya
dayanıyordu. Bilim insanı olmak isteyen bir kişi Orta Asya doğumlu halife
el-Memun’un Bağdat’ta kurduğu Beyt’ül Hikme (Bilgelik Evi) adlı bilim
akademisine katılmayı umarak bu kente
gidebilirdi. Üstelik batıdaki Iran’da olduğu gibi burada da çok sayıda yerel
yöneticiler ve saraylar vardı. Hepsi Bağdat’a saygı duyarken kendilerini
işlevsel açıdan bağımsız olarak görüyordu. Bu yöneticilerin tümü kendine göre
birer halifeydi, topraklarını otoriter bir biçimde idare edip Türklerden oluşan
bir orduyla savunuyordu. Aynı zamanda ticareti destekliyor, vergi topluyor,
görkemli başkentler inşa ediyor, sanat ve bilim için büyük servetler
harcıyordu. Böyle bir saray Biruni’nin çalıştğı Cürcan yakınında yer alıyordu.
Bir başkası antik-duvarlı Semerkand kentindeydi. 850-1000 yılları arasında Samani
hanedanlığı kentte harika bir kütüphane kurmuştu, bilginlerin Büyük Soruları
tartıştığı salonları ve müzik ile şiir üzerine yoğunlaşmış canlı bir yaşamı
vardı.
Bazı yöneticilerin nazik ve kibar oldukları
söylenemediği gibi bazıları da sanat ve bilim hamisi olarak yeterince sofistike
değildiler. Doğu Afganistan’daki başkentinden Hindistan’dan çağdaş Iran’a kadar
geniş bir imparatorluğu yöneten Gazneli Mahmud (971-1030) son derece zalimdi ve
kültürü bir gereklilik yerine bir süs olarak görüyordu. Yine de Hindistan ve
Hinduizm üzerine herhangi bir dilde yazılmış olan en kapsamlı çalışmayı yapan
Biruni’ye iş vermişti. Mahmud aynı zamanda Şehname adlı yapıtı (tahmini
1000) İslam-öncesi Pers ülkesini anlatan ve Fransa kadar uzak topraklardaki
gezgin ozanları etkileyen ve dünya edebiyatının klasikleri arasında yer alan
ünlü şair Ebu’l-Kasım Firdevsi’yi de himayesine almıştı.
Orta Asya’nın son kültür patlaması 1037
yılından itibaren Selçuklu Türkleri yönetimi altında yaşandı ve yüz yıldan
fazla sürdü. Çağdaş Türkmenistan’daki Merv ve Bugünkü Iran-Afganistan
sınırındaki Nişapur adlı doğu başkentlerinde Selçuklular çeşitli alanlarda
çalışan yenilikçileri desteklediler. Başarıları arasında büyük alanları çift
kubbelerle örtme yönteminin keşfi de vardı. İlk çabalarının örneklerinin
Merv’deki başkentin yıkıntılarının perişan manzarası arasından yükseldiği
görülebilir.
Dolambaçlı bir yol izleyerek giden bu yenilik
Filippo Brunelleschi’nin Floransa katedrali ve St Petersburg’daki St Nicholas
katedralinin kubbesinden sonra ABD’nin başkenti Washington’daki Capitol
binasının kubbesine kadar yayılmıştı.
Orta Asya’nın görkemli çağı niçin sona erdi?
En yaygın açıklama Cengiz Han’ın 1218 yılında anayurdu Moğolistan’dan
başlattığı istilalar sırasında entellektüel anaforların azaldığı biçimindedir.
Moğol istilacıların Orta Asya’nın görkemli kentlerinin çoğunu yağmaladığı
doğrudur ama bu savı çürüten üç karşı görüş vardır. Birincisi, bir kaç tanesi
dışında kentlerin çoğunun ticaret sayesinde kısa sürede tekrar canlanmış
olmasıdır. İkinci olarak Moğol istilasının bölgeyi yalnızlaştırmak yerine,
Büyük Orta Asya ile hem Avrupa hem de Asya’nın geri kalanı arasındaki iletişimi
güçlendirmiş olmasıdır. Çünkü Moğollar uçsuz bucaksız topraklarındaki tüm
sınırları ve gümrük vergilerini kaldırmışlardı. 13üncü yüzyılda Marko Polo
Çin’e giderken Afganistan’dan bir tek ‘vize’ ile geçmişti. Entellektüel canlılığın
çok önemli bir unsuru olan kültürler-arası iletişim Moğollar döneminde en üst
düzeye ulaşmıştı.
Üçüncü görüş ise 1221 yılında Moğolların
özgür düşünceyi bastırmaya kalkışmış olsalar bile (ki böyle bir girişimde
bulunmamışlardır) bunu yapmaya kesinlikle ihtiyaçları olmamasıydı. Yüzlerce yıl
Orta Asya’ya enine boyuna yayılan kültür enerjisi zaten tam yüz yıl önce dağılmaya başlamıştı. Yine de
12nci yüzyılda Merv’de hâlâ bir düzine kütüphane vardı, içlerinden birinde
12,000’den fazla kitap bulunuyordu; Buhara’da ise 50’den fazla doktor
yaşıyordu.
Eğer ‘katil kim?’ sorusu Moğolları işaret
etmiyorsa, çöküşün nedeni ne olabilir? Orta Asya’nın büyük antik kentlerinin
çoğu artık çöl güneşinde ısınan ıssız yıkıntılar biçimindedir ve umarsızlıkları
ancak arasıra uçuşan adaçayı dallarıyla ortadan kalkar. Bu manzaraya bakınca
insan, kultürel çöküşü iklim değişikliğine ya da farklı bir çevresel değişime
bağlamayı düşünebilir. Ne var ki, bölgenin ekolojik tarihi üzerine yapılan
çalışmalar en parlak yıllardaki iklimin günümüzle aynı olduğunu ve tek önemli
değişikliğin bir zamanlar bölgenin iftihar nedeni olarak sulama sisteminin
çürümesi olduğunu gösteriyor.
Moğollar ve ekoloji dışında bölgenin çöküşüne
en az dört unsurun katkıda bulunduğu düşünülüyor. Bunlardan birinci ve belki de
en önemlisi hiçbir şeyin sonsuza kadar dayanmayacağı fikridir. Atina’nın altın
çağı ancak yüz yıl kadar sürmüş ve kent daha az parlak olan gümüş çağına
girmişti. Rönesans kentlerinin bir kaçı yalnızca yüz elli yıl kadar kültürel
yaratıcılığın zirvesinde kalmıştı. Zirveye ulaştıktan sonra inişe geçmenin
başlaması doğal ve kaçınılmazdır.
Orta Asya olayında, batıdaki Araplardan daha
çok, orijinal düşünmeyi tetikleyen unsur antik Yunan, Ortadoğu ve Hindistan’dan
bilinmeyen sınırsız düşünce yapılarını çözmek ve özümsemek arzusuydu. 1100
yılına gelindiğinde bu iş başarılmıştı ve bundan sonra, öncekilerle
kıyaslanabilecek yeni öğretiler ortaya çıkmayacaktı.
Elbette Avrupa Rönesansı benzer bir dürtü
sunmalıydı ama bu tarihe kadar uygarlıkları birleştiren büyük ticaret yolları
parlak günlerini arkada bırakmıştı ve Orta Asya’nın yalnızlığı ve çöküşü
kalıcılık kazanıyordu.
Ayrıca dinler, tıpkı parçası oldukları
kültürler gibi dinamizm, özgüven ve deneycilikle başlayıp katı bir kalıplaşma
döngüleri geçirir. Orta Asya’da bu durum zaten Zerdüstçülük ve Budizm’de
yaşanmıştı. Islam dünyasında ise yaratıcı düşünce, erken bir tarihte, 800-1100
yılları arasında çiçek açmaya başlamıştı. Katı kalıplaşma olgusu da erken
başlamış ama ancak 1100 yılında zirveye ulaşmıştı. Buna karşın yaklaşık yüz yıl
daha entellektüel açıdan canlılığını yitirmeyen her yerden uzak bir kaç noktada
varlığını sürdürebilmişti. Ama Türk ve Pers kökenli Orta Asya’da, Arap
topraklarında ve Pers ülkesinde, sürekli sertleşen İslam kalıplaşmasının
talepleri, özgür düşüncenin ve humanizmin uygulanabileceği alanı zaman içinde daralttı.
Büyük Orta Asya’nın özgür entellektüel
yaşamının kurumasına katkıda bununan bu ‘morfolojik’ gerçeklerin dışında üçüncü
ve daha özgün bir unsur da iş başındaydı: İslam inancındaki Sünni ve Şii
ayırımı. Temel ayrışma Hz. Muhammed’in M.S. 632 yılındaki ölümünden ilk kuşak
sonrasında ortaya çıkmıştı. Şam’da ilk halifelik yükselmeye başlarken, Sünniler
İslam dünyasında etkili olmaya başlamıştı. Yalnızca 968-1171 yılları arasında
Mısır’da hüküm süren Şii Fatımi hanedanlığı bu etkinin dışında kalmıştı. Ne var
ki, Fatımilerin çöküşünden önce bile Şii mezhebinin mensupları doğuya doğru
kovalanmaya başlamış ve dinsel çatışmaların merkez bölgesi İran’a ve Orta
Asya’ya ilerlemişti. Aynı tarihlerde bölgedeki Sünni yöneticiler bölücü
öğretilerle ilgilendiklerinden kuşku duydukları kişilerin üzerinde baskıyı
arttırmışlardı,. İbni Sina gibi tanınmış yenilikçilerin çoğu Şii ailelere
mensuptular ve artık ona benzeyen herkesden kuşku duyuluyordu.
Bu değişim elbette özgür düşünce yanlılarına
ağır bir darbe olmuştu ama Sünni çoğunluğu da etkilemişti. Orta Asya’nın batı
kıyısında, günümüzde doğu İran’da yer alan Tus kentinden gelen iki kişi artık
bu yeni yönü temsil ediyordu. Birincisi olan Nizamülmülk (1018-92) yetenekli
bir yönetici ve dönemin en iyi siyaset bilimcilerinden biriydi. Nizamülmülk’ün
hocaları onu Orta Asya rönesansının en üstün beyinleriyle tanıştırmıştı. Ama
Selçuklu İmparatorluğunun veziri olarak atandığında, Şii bölücülüğüne karşı
sürdürülen mücadele son hızla ilerliyordu.
Her
tarafta yoldan sapmalar olmasından çekinen Nizamülmülk, medrese adı verilen bir
okul ağı kurmayı, böylece kalıplaşmış Sünni İslamı yaymayı ve genç erkekleri
bilgili, dinine bağlı sadık bireyler olarak yetiştirmeyi önerdi. Medrese
mezunları yalnızca Şii bölücülüğünü reddetmekle kalmayıp, yerleşik kalıplardan
saptığından kuşku duyulan tüm düşünme biçimlerine de karşı çıkacaklardı.
İkinci değişimci olan felsefeci ve ilahiyatçı
Ebu Hamid bin Muhammed el-Gazali,
(1058-1111), sınırsız mantık uygulamacılığının ortaya attığı tehlikelere karşı
bir cephe saldırısı başlattı. En önemli yapıtının adı zaten her şeyi anlatıyor:
Tehafütü’l Felasife (Filozofların Tutarsızlığı). Feodor Dostoyevski’nin Karamazov
Kardeşler romanındaki Büyük Sorgucu gibi, Gazali de düşmanını yakından
tanıyordu. Bölgenin üstün beyinlerine çekici gelmiş olan Aristotle
deneyimselliği en büyük düşmandı. Aristotle’e saldırarak tüm çağdaş
rasyonalistlere saldırmış ve son derece yıkıcı bir etki yaratmıştı.
Üç yüz yıl önce Orta Asya’da bağımsız düşünce
üzerinde yükselmiş olan perdeyi Nizamülmülk ile Gazali birlikte indirdiler.
Yine de Orta Asya halkı tipik yaratıcılığıyla
yanıt verdi. İnancın dış biçimleri sertleşip kalıplaşırken, bireysel ruhsallığa
yepyeni bir ilgi gösterdiler. Tanrı ile mistik bir deneyim yaşamak için
kitaplara, hiyerarşilere, camilere gerek göstermeyen bireysel sisteme Sufizm
adı verildi.
Hindistan Hinduizmi, zengin yerel Budizm,
Suriye Hristıyanlığı ve hatta bölgenin ticaret merkezlerinde gelişmiş olan
Yahudilik gibi inançlara yakınlığı nedeniyle Orta Asyalıların mistik ve özel
ibadet biçimleri eksik değildi. Bu inançlarda yer alan mistik akımların Sufizme
ne kadar katkısı olduğu tartışılabilir ama açıkça bilinen bir nokta var: gerçi
ilk Sufiler Araplardı ama Orta Asya Sufizmin anayurdu oldu. İlk ve en önemli
Sufi hareketleri orada ortaya çıktı ve İslam dünyasına yayıldı. Günümüzde
Mevlana, Attar ve diğer Sufi şairlerin yapıtları Yeni Çağ taraftarlarını
yakaladı ama o dönemde içe dönüşün, günlük yaşamdan uzaklaşmanın temsilcisi
oldular.
1100 yılından sonra Orta Asya dünyanın
gözünden kaybolmadı. 14üncü yüzyılda Batıda Tamerlane adıyla bilinen Timur,
Delhi’den Akdeniz’in doğu kıyısına kadar dünyayı fethetti ve bilim insanlarıyla
yazarları yeniden inşa ettirdiği başkenti Semerkand’da topladı. Yüz yıl sonra
Fergana Vadisinde ortaya çıkan Babür, Hindistan’da Mughal hanedanlığını kurdu.
Yetenekli bir yazar olan Babür, eski Orta Asya geleneğini sürdürüp yaratıcı
yeteneklere sahip olanları sarayına çağırdı.
Ne var ki, Orta Asya 800-1100 yılları
arasında sahip olduğu entellektüel parlaklığına bir daha kavuşamadı.
Zenginliğin ve kültürler-arası iletişimin ortaya çıkmasını sağlamış olan altın
yumurtalayan tavuğu yüksek yerel vergiler öldürdü. Dinsel katılaşma bölgenin en
özgün düşünürlerini kısıtladı. Çöküş ilerlerdikçe, Orta Asya zaman içinde
Avrasya’nın yüksek kültürünün merkezi olmaktan uzaklaştı ve her yerden uzak,
ıssız, geri kalmış bölge statüsüne gömüldü.
1991-2001 yılları arasında Orta Asya’nın
açılışı bölgenin entellektüel yapısını değiştirmeye başlıyor. Onbinlerce
öğrenci uzaklardaki en iyi üniversitelere gidiyor. Bin yıl önceki atalarının
aydınlanma hareketine benzer bir kararla Özbekistan ve Kazakistan hükümetleri
bu gençlerin en çağdaş bilgileri edinip ülkelerine getirmeleri için
masraflarını ödüyor. Gençler de yaşadıkları bölgeyi küresel dünya fikirleriyle
birleştirme tutkusuyla geri dönüyorlar. Önümüzdeki on yıl içinde bu genç
erkekler ve kadınlar kendi toplumlarında ve bütün olarak bölgede liderlik
rollerini üstlenecekler. Süregiden yolsuzlukları ya da fikirleri üzerinde
Sovyet-tipi denetimleri normal kabul edeceklerini düşünmek artık çok zor.
Doğal olarak bu gençler ‘Biz kimiz?” sorusunu
soruyorlar. Yanıtlar her yönden çığ gibi geliyor. Ortadoğulular ve hatta
Batılılar onlara içinde yetiştirildikleri inançla şekillendikleri için Müslüman
olduklarını söylüyorlar. Buna karşılık bazı uzmanlar bölgenin umarsızca
gerileyen siyasetini açıklamak için kabile ya da aşiret mirası kavramlarını
uyandırmaya çabalıyorlar. Bu arada yerel vatanseverler, Kırgız, Özbek ya da
Tacik gibi çeşitli ulusal etnik kimliklerini yüceltip her birinin özgün
olduğunu ve birbirine benzemediğini ısrarla iddia ediyorlar.
Önerilen kimliklerin belki gerçekte bazı
temelleri olabilir. Ama bu durum yeni yetişen kuşakların ufkunu daraltacağı
gibi, kendilerinden beklentilerini de kısıtlayacaktır. Gençlerin köktendinci
kuruluşlara ya da dar fikirli milliyetçi gruplara yakınlaşması da kaygı
vericidir. Ama Orta Asyalıların bireyleri yükselten, mantık ve bilgelik
açısından her bireyi tanımlayan ve o bireyi küresel gelişmelerin ana eksenine
yerleştiren son derece anlamlı bir geçmişi var. Bu büyük gelenek 300 yıl
boyunca o bölgeyi dünya entellektüelizminin merkezi yapmıştı. Niçin Orta
Asyalılar ve yurt dışındaki dostları bazı dar görüşlü dinsel ya da milliyetçi
ideolojiler yerine bu inanılmaz mirası bugünkü politikalarının temeltaşı
yapmasınlar?
Bunun anlamı, büyük ticaret yollarını yeniden
açmaları, sınırlarını daha serbest bırakmaları, vergileri düşürmeleri ve
hükümetlerin işe karışma oranını azaltmaları için bizim ve kendilerinin
desteğine odaklanmaktır. Serbest alışveriş aynı zamanda fikir dünyasına da
uzanmalıdır. İbni Sina ve Biruni’nin yaradılışçılık yerine evrim üzerine
kuramlar getirmesini ve hatta başka dünyaların varlığını düşünmesini sağlayan
özgür zihinsel mekanın yeniden sağlanması demektir. İkisi de farklı
hükümetlerin idaresi altında yaşadıkları halde kimse onların mektuplarına el
koymamış, aykırı düşüncelerini sansürlememişti. Daha doğrusu yöneticiler
onların çalışmalarına destek olmak için birbiriyle yarışmıştı.
Bunlar günümüzde Orta Asya’da gerçekleşebilir
mi? Bölgedeki hükümetlerin çoğu kısıtlanmamış kıtalararası ticaretten söz
etmekten çok memnun ama özgür fikir alışverişi önerisini dizginliyor. Yine de
bölgedeki her ülkede çağdaş İbni Sinaların ve Birunilerin yükselmesine olanak
tanıyacak açık fikirliliğe sahip çok üstün kişiler bulunuyor. Yeni kuşak ortaya
çıktıkça bu gibi kişilerin hükümetlerdeki sayısı artacak. Yeniden çiçek açan
bir Orta Asya fikri çok uzak gibi görünebilir ama özellikle Orta Asyalılar
kendi zengin miraslarını tanıdıkça ve bugün için dünün geçerli derslerini
aldıkça, olanaksız da değildir.
Eğer günümüzün bölge halkları bunu başaracaksa,
onların uluslararası ortakları, bölge ülkelerini, satranç tahtasında oradan
oraya itilecek cansız nesneler gibi görmek yerine egemen ülkeler gibi görmek zorundadırlar.
Onları ‘hammadde kaynağı olarak ilgi alanımız ya da Kabil’e giderken yakıt ikmali
noktamız’ olarak görmek yeterli değildir. Daha iyi bir seçenek, bu halkların
DNA’sında büyük imparatorlukları yönetmek, daha da büyük ticaret bölgelerini
geliştirmek, dünya kültürünün diğer merkezleriyle eşit düzeyde etkileşime
girmek, özgün coğrafi pozisyonlarıyla uygarlıklar arasında bir köprü
oluşturmanın yattığını kabul etmektir. Böyle bir farkındalık tüm taraflarda
beklentileri yükseltecek, bölgenin uluslararası ortaklarının burayı bir
jeopolitik oyun nesnesinin ötesinde görmelerini sağlayacaktır.
Elbette bu da kolay olmayacaktır ama Orta
Asya’nın geçmişini daha iyi bilmek bir başlangıc noktasıdır.
E-mail:wq@wilsoncenter.org
S.Frederick Starr, Johns Hopkins Üniversitesi
Orta Asya- Kafkaslar Fakültesi İleri Uluslararası Çalışmalar başkanıdır. Aynı
zamanda Kennan Enstitüsünde Woodrow Wilson Merkezi’nin kurucusu ve Oberlin
College ile Aspen Enstitüsü başkanıdır. Mesleğine Türkiye’de arkeolojik kazılar
yaparak, Princeton Üniversitesinde entellektüel tarih dersleri vererek başlamış
ve yazmakta olduğu kitap için bu makaledeki fikirleri bu sırada bir araya
getirmiştir.
AVEF yayını.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder