Prof. Dr. İbrahim ORTAŞ,
Çukurova üniversitesi öğretim üyesi,
Manisa’nın Soma ilçesi Yırca köyü yakınlarda ilçesinde yapılacak olan termik santral için “acele kamulaştırma” ile köylülere ait 6 bin zeytin ağacı kesildi. Köylülerin uzun zamandır kendi elleri ile yetiştirdikleri ve evlatları gibi baktıkları ağaçlarının meyve toplama mevsiminin bir şafak vakti termik santrali yapacak firmaya ait dozerlerce kesilmesi içler acıcı. Yaşlı bir ninenin “evlatlarımı kestiler” feryadı bir tarafta, şirkete ait olduğu idea edilen özel güvenlikçileri olayın yanlışını protesto esen kişilerin ellerinin kollarının kelepçelenmesi ve tekmelenmesi bir başka insan hakları ihlali. Köy muhtarının canlı yayında ağlaması, köylülerin “biricik geçim kaynağımız” demesi biyoloji ve tarım dili ile sürdürülebilirlik ve ekolojik sürdürülebilirliğe sahip çıkmaktır. Somada da kamuoyunun güçlü desteği, zeytin ve orman kanunu gereğince davanın kazanılması mümkün olmuştur.
Köylüleri ve Çevrecileri Kutlamak Gerekir
Köylülerin Danıştay’a açtığı itirazın sonuçlanmadan bir gün önce şirketin bir şafak vakti üzerinde meyvesi bulunan 6 bin zeytin ağacının kesilmesi çevreci ve duyarlı insanların etkisi ile basının konuya ilgi göstermesi sağlandı. Danıştay’ın durdurma kararı ile buruk bir sevinç yaşayan köylüler kesilen 6 bin ağacın üzüntüsünü halen yaşıyorlar. Köylülerin bu örnek direnişini kutlamak gerekir.
Kesilen ağaçların görüntülerini görünce üniversitemiz yerleşkesinde içinde bulunan “Zeytin gen” bahçesi için verilen hukuki mücadele ve o dönemde yaşadıklarımız aklıma geldi.
Soma-Yırca köylülerinin el birliği ile ağaçlarına sahip çıkma cesaretini görünce acaba biz eğitimliler olsaydık bu köylüler gibi cesaret gösterebilir miydik diye düşünmekten kendimi alıkoyamadım. En azından bizler gibi mesleği gereği doğayı korumakla görevli kişilerin buradan alacağı çok ders var.
Tarımın Zayıflatılması Kırsal Kesimi Yoksullaştırdı
Köylülerin 6 bin ağacının kesilmesi sonrası bir köylü “ne yapacağız bundan sonra” diyordu. Kafama takıldı. Zor yetişen zeytin ağaçlarını yeniden dikmek ve verim alınabilir hale getirmek belki on yıl sürecek. Bu arada o köylüler nasıl on yıl gelirsiz yaşayacaklar. Yeni dikecekleri ağaçları meyve verene kadar bu süre içinde köylüler ne yiyecekler ne içecekler?
Somada, Ermenek’te kömür ocaklarında onlarca vatandaşımız ölünce çaresiz köylüler yapacak başka işimiz yok, tarım para kazandırmıyor dediklerini hep TV ekranlarından izledik. Bölgede daha önce yapılan termik santraller de tarıma zarar verdiğini belirtiyor köylüler.
Yakın geçmişe kadar bu topraklarda mütevazı olarak yaşayan köylüler bugün tanırımdan geçinemiyorlar. Tarımda dışa bağımlı olduğumuzu ve bu konuda teknoloji geliştiremediğimizi nedense hiç konuşmuyoruz. Türkiye’nin doğal yollardan (güneş ve rüzgâr ) enerji elde etmesi konusunda fikir ve projeler üretmiyoruz. Almanya ve İsviçre bizim sahip olduğumuz açık gün sayısı ve güneş enerjisinin yarısına sahip değiller ancak güneş enerjisinden bizden çok daha fazla yararlanıyorlar.
En kısa yoldan yer altındaki fosil kaynaklarının ilkel yöntemlerle ucuz iş gücü ile sağlamaya devam ediyoruz. Enerji ihtiyacının bir kısmını kömürden sağlamak isteyen ülkemiz madenlerin işletilmelerine ve enerji dönüşüm santrallere de teknolojik yatırım yapamıyor. Maden kazalar yaşandıktan sonra hep beraber üzülüyoruz. Ermenek’te halen işçilerimiz yer altında ve konu neredeyse unutuldu. Bu arada Zonguldak’ta yeni maden kazası haberleri geliyor.
Çevre mi Kalkınma mı?
Uzun zamandır bilgim, bilincim ve de toprak bilimi mesleğimi gereği ülkemizin neresinde olursa olsun toprağa, suya ve bitkiye de sahip çıkmaya çalışıyorum. Fiziki olarak orada olmasam da hep doğadan yana taraf oldum. Sanırım toplumun bizlerden beklediği de doğanın insanlık için önemini anlatmak ve konuyu yetkililere bilimsel veriler ile açıklamaktır.
Üniversite arazisi için de yürütülen çabalarda gerek üniversite çevresinden gerekse kente bazı dostlarımız “kent nasıl kalkınacak, nasıl büyüyeceğiz” gibisinde ifadeler kulandılar. Bu konu devletin üst düzeyinde de konuşulduğunu zaman zaman basına yansıyan demeçlerinden de anlaşılıyor. Ben genellikle 1999 yılındaki Marmara’da yaşanan deprem sonrası Yalova’daki tarım toprakları üzerine inşa edilen binaların kâğıt gibi yıkılmasını örnek gösteririm.
Bilim insanları olarak ülkemizin kalkınması için bilim ve teknolojiyi geliştirmek omuzlarımızda bir yük, ancak doğayı korumak da bizim temel grevimiz. Çukurova ve çevresindeki toprakların amaç dışı kullanımı, Yumurtalık Su Gözü Termik Santrali, Kahramanmaraş, Narlı ’da yaptırılan iki Çimento Fabrikası, Karaman, Çimento Fabrikası, Osmaniye Çimento Fabrikalarının yapılmasına değil, yerinin yanlışlığını vurguladık. HES’lerin doğal yaşamı tahrip etiğini ve bu yola derelerin kurtulacağı ve doğal habitatın yok olacağını belirtik, neyse ki yapılan HES’ler sonrası doğanın tahribe uğradığı açıktan görülünce şimdilik bu konu çok fazla gündeme getirilmiyor.
Evet, bugün çevre ve kalkınma kavramları sanki karşı karşıya gelmiş gibi. Kalkınmış ülkelerin çevre üzerinde olumsuz etkiler bıraktığı doğrudur. Rusya’nın Aral nehri ve gölünün suyunu pamuk ekim alanlarına yönlendirmesi sonucu, gölün kuruması, toprakların tuzlululaşması, Avrupa’nın ortasında geçen nehirlerin fabrika atıklarının etkisi ile yeşil akması, asit yağmurları hep bilinen çevre etkileridir. Geçmişin teknolojileri ile sorun yaşayan gelişmiş ülkeler şimdilerde çevre konularını konuşuyor, projeler üretiyor. Üniversitelerinde çevre bilimleri araştırmalar yapıyor ve yeni teknolojiler üzerinde çalışıyorlar. Ülkemizde çok sayıda ölümlü iş ve çevre sorunu yaşanıyor. Ne yazık ki biz hiç birini çözmek için bilimin yol göstericiliğine başvurmuyoruz.
Sorunumuz Planlamanın Yapılmaması veya Yapılamamasıdır
Gelişmekte olan bir ülkede enerjiye olan ihtiyaç ortada. Kalkınma için fabrika talebi de var, enerji üretimi yeri talebi de. Nüfusu artışımız halen çok yüksek ve konut ve yerleşim yeri, hastane, okul ve diğer kamu binaları talebi doğal olarak oluşacak. Ancak kalkınma için gerekli olan yer ihtiyacı bilimsel ve ekolojik prensiplere göre belirlenmeli ve oralara sanayi yönlendirilmelidir. Devletimiz maalesef bu konularda üzerine düşeni yapmıyor. Ülkemizin en ciddi sorunu planlamanın yapılamamasıdır. Uzun ve kısa vadeli planlamaların yapılmaması sonucu bugün Türkiye ciddi sorunlar yaşanıyor. Maalesef yeşilin korunması, toprağın suyun korunması yerine en kısa yoldan devlet gücü ile toprak ve arazi nasıl elde edilir, enerji ve ulaşım arterlerine en yakın yere yerleşmek neredeyse moda oldu. Çevre ile kalkınma ilişkileri üzerine kafa yormuyoruz. Bu konularda çalıştaylar ve atölye çalışmaları yapılmıyor. Sorunlar hep öteleniyor.
Günümüzden asıl sorunu çevre, iklim değişimleri, tarımsal kaynakların ekolojik olarak yönetilmemesidir. Öncelik ülkenin sürülebilir kalkınmasının planlanması ve toplum sağlığını korumak olmalıdır.
“Her Şey Yasak” Anlayışı Toplumu da Devleti de Geriyor
Bizde nedense hiç sorun derinlemesine konuşulmuyor ve tartışılmıyor. “Her şey yasak” anlayışı ile sorunlar halının altına süpürülüyor. Son yıllarda bu tür konularda ciddi dirençler yaşanıyor. İnsanlar ölüyor, çoğu sakat kalıyor. Bu konunun bilimsel olarak sosyolojik ve psikolojik ve ekonomik boyut ile ele alınması, sorunun üstesinden nasıl gelineceğinin araştırması gerekiyor. Tartışmaya kalkışan arkadaşlarımız kısa sürede şiddetli tarafgirlikten dolayı bir birlerini dinleyememektedirler.
Başta Avrupa’nın birçok gelişmiş ülkeleri olmak üzere bu tür konularda planlamaya önem verilir, meslek odalarından görüş sorulur, demokratik kitle örgütleri ile istişare edilir. Toplumun eğitilmiş entelektüel kesimlerinin görüşleri dikkate alınır.
Türkiye’nin doğaya sahip çıkan insanlarına kısmak veya kolluk kuvveti ile bastırmak yerine onlara sahip çıkılması ve onların görüşlerinden de yararlanması daha yaralı olacaktır. Hatta devletimizin insanlığın geleceği için çevreyi koruyan köylüleri ve çevrecileri koruması ve onları kutlaması gerektiğini düşünüyorum. Maalesef köylülerin hukuksuzluğa karşı çıkılmasının güç kullanılarak bastırılması ülkemizde düşünceye değer verme konusunda halen sorunlu olduğumuzu gösteriyor. Hâlbuki Türkiye’nin tersine çevreye önem verdiğini gösteren tavır içinde olsa dışarıda daha itibar kazanacağına inanıyorum.
Soma köylülerinin zeytin ağaçları için verdikleri mücadeleleri hepimizi yeniden çevreyi koruma konusunda düşündürttü.
Sonuç olarak kalkınalım ancak doğamızı da tahrip etmeyelim. Bilimsel ölçütlere dayalı bir planlama ile bugün mümkün. Fabrika kurmak için V-IIIV sınıf arazilerde yer bulunabilir, ancak tarım arazileri ve endemik yaşamın olduğu alanlarda bozulacak doğa bir daha düzelmez. Telafisi mümkün olmayan doğadır, topraktır, insanlığın geleceğidir. Doğa insana ait değil insan doğaya ait ve insan doğanın kuralarına uymak zorundadır.
Türkiye'nin kalkınması, gelişmesi ve geleceğe yönelik teknolojilerinde yeni bir paradigma değişimine gitmesi gerekiyor.
Bu konularda başta devlet yetkilileri, iş çevreleri, üniversiteler olmak üzere hepimize büyük görev düşüyor. Öncelikle köylülerin haklı davasının yanında olmak zorundayız.
17 Kasım 2014, Adana.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder