8 Kasım 2014 Cumartesi

MEHMET ŞÜKRÜ BAŞ : BİR ULUSUN AĞLADIĞI GÜN - ( AĞLAMA ÇOCUK !)

HASBİHÂL   mehmet_sukru_bas@mynet.com


ON KASIM’LAR bu ülkenin her yerinde olduğu gibi yüreğimizde de matem günüdür.
O gün bizim yaslı günümüz, o gün bizim gamlı günümüzdür.
Çünkü o gün dünya devletlerinin"Hasta adam" olarak kabul ettiği bir ülkenin yeniden canlanması, canlanmadan öte şaha kalkması ve bir dünyaya tarih dersi, kahramanlık dersi, insanlık dersi veren bir büyük liderin milletini öksüz bıraktığı gündür.
O gün bizim matem günümüz, yaslı günümüzdür.
İşte böyle bir 10 Kasımda güzel yurdumuzun ücra bir köşesinde bir köy ilkokulda okul müdürü, öğretmen ve öğrencilerin hazırladığı bir piyes köylülerinde katılımı ile hiç olmayan imkânlarla badanasız bir sınıfta sahneye koyuluyordu.
Sınıfın bir köşesine konulan bir divanda Atatürk rolündeki öğretmen boylu boyuna yatıyordu.
Etrafında yaverleri, doktoru, siyaset arkadaşları rolüne bürünen öğretmen ve öğrencileri yer alıyordu.
Tarih 10 Kasım, saat 08.30’u gösterirken perde açılıyordu.
Atatürk’ün milletine olan sevgisi ile dolu bedeni boylu boyuna divanda uzanıyordu.
Yanı başında bulunan doktoru ha bire tedavisi için gereken tavsiyelerde bulunuyor ise de Atatürk yanındaki Fevzi ve İsmet Paşalarla ülkenin dâhili ve harici meselelerini konuşuyordu.
Hastalığı bütün vücudunu kavuruyor, o bu konuda ne doktorundan ne yanı başında bululanlardan bir istekte bulunmuyordu.
Bir ara gözleri yanı başındaki öğretmene kaydı, eliyle kendisine yaklaşmasını istedi.
Öğretmen, Atatürk’e yaklaştı.
Öğretmene "Bak öğretmenim!" dedi kısık bir sesle"Yeni nesil sizlerin eseri olacaktır.
Türkiye Cumhuriyeti sizin eserlerinizle ilelebet payidar kalacaktır.
Onun için bu gençleri eğitiniz.
Onlara Cumhuriyetin temel niteliklerini ve de nimetlerini izah ediniz.
Onları hurafeden, onları cehaletten, onları karanlık düşüncelerden, onları gaflet ve delaletlerden koruyunuz.
Onların ruhunda sönmeyen bir ışık yakınız.
Bu ışık etrafınızı öylesine aydınlatsın ki bu ülke asla ve asla bir daha karanlıklarda kalmasın"
 dedi.
Duvardaki saat sanki garip bir durum varmışçasına çalışmak istemiyordu.
Buna rağmen zamanı durdurmak elbette ki mümkün değildi.
Yelkovan ve akrep tam dokuzun üzerinde adeta titriyordu.
Atatürk güçlükle nefes alıyordu.
Bir kez daha etrafına bakındı.
Etrafındakilere…"Ben bir ömür boyu milletimi aldatmamakla iftihar ediyorum" diyebildi.
Hakikaten o milletini bırakın aldatmayı başına taç yapmıştı.
Köylüyü milletin efendisi saymıştı.
Bu sırada bir öğrencinin hıçkırıklarını duydu.
Öğrencinin elinden tutup son bir güçle kendine çekti ve ona "Ağlama çocuk" dedi.
"Ben sizi ağlatmak için düşmandan kurtarmadım.
Ben, bu ülkeyi sizler ağlamayasınız, hür düşünesiniz, hür yaşayasınız diye kurtardım.
Ben bu topraklara düşman çizmesi basmasın diye düşmanı denize döktüm.
Bu yüzden ağlama çocuk, ağlama.
Sen ağlama ki gelecek nesillerde ağlamasın"
 dedi.
Artık nefes alamıyordu.
Bütün gücünü, kuvvetini, enerjisini bu ülkenin kurtuluşuna harcamıştı.
Yedi düvelle savaşmış, cehaletle, ihanetle savaşmıştı.
Karlar üzerinde yatmıştı, yaralanmıştı, hastalanmıştı.
Yeniden yaverine döndü, "Saat kaç çocuk" dedi.
Yaveri duvardaki saate baktı.
Tam dokuzu beş geçiyordu ve saat durmuştu.
"Dokuzu beş geçiyor paşam" dediyse de Atatürk bu sözleri duymadı.
Sağ elinin işaret parmağı Akdeniz’i gösteriyordu.
Mavi gözleri masmavi Akdeniz’e bakar gibiydi.
Sınıfta bir hıçkırık tufanı koptu.
Öğretmeni, öğrencisi, köylüsü hıçkırıklara boğulmuş ağlıyorlardı.
Atanın ölümü köyde bir matem oluşturmuş, okul bahçesindeki bayrak yarıya indirilmişti.
Atatürk "Size ölmeyi emrediyorum!" dediği 250 bin Çanakkale şehitleri, kınalı kuzular tarafından coşkuyla karşılanırken geride bıraktığı ulusu hıçkırıklara boğulmuştu.
Bir millet ağlıyordu!
Mehmet Şükrü Baş
10 Kasım 2014
Elazığ Nurhak Gazetesi

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder