31 Ocak 2015 Cumartesi

Mustafa Nevruz SINACI : MEDENİYET İÇİN, MEDENİ SİYASET



Ocak ayının son haftası yaşanan bir adalet, ahlâk ve hukuk faciası, halkın bu ve benzer vaziyetleri yadsıması (adaletsizlik, hukuksuzluk, ahlâksızlık ve yolsuzluğun ‘nisyan ile malûl hafızalarda’ alışkanlık yapması) nedeniyle kamuoyunda hiçbir etki yaratmadı. 
Konu, birbirinden beter iki (torba) kanun tasarısı ile ilgili.
Bunlardan birincisi: Yüksek Mahkeme (temyiz mercii) tarafından karara bağlanmak suretiyle “mağdurlara iadesi kesinleşen, elektrik faturalarındaki (güneydoğu bölge halkı hariç olmak üzere bütün Güney, Kuzey ve Batı Bölgeleri halkından cebren tahsil edilen) Kayıp ve Kaçakların (gasp, irtikap ve hırsızlık) İştirak Payının, namuslu-dürüst vatandaşlardan cebren tahsilini öngören  ‘nitelikli sahtekârlıkla” ilgili...
Haberde: Hükümet tarafından hazırlanan bir yasa tasarısı ile; Bundan böyle kimsenin, elektrik faturasında yer alan “kayıp ve kaçak iştirak” payına itiraz edemeyeceği; İtiraz etse dahi hiçbir merci veya mahkemeninin bu doğrultuda karar veremeyeceğinin hükme bağlanacağı” açıklanıp, tasarının hazırlanmakta olduğu ve en kısa sürede yasalaştırılmak istendiği bildiriliyor!..
İkincisi bundan beter, üstelik başbakan tarafından, bir reform olarak ilân ediliyor.
“Kıdem tazminatının tahakkukuna ilişkin usul ve esaslar yeniden düzenlenecek ve her hizmet yılı için ödenmekte olan 30 günlük kıdem tazminatı tutarı 15 güne çekilecek!..”
Bu küstahlığın yaşandığı döneme paralel acizlik, başıbozukluk, iktisadi cehalet, devlet umuru yokluğu; Hükümetin hak, hüküm, hakikat ve hikmet mağduru kararsızlıkları nedeniyle halkın maruz kaldığı, muzdarip olduğu ardı arkası kesilmeyen akıl dışı adaletsizlik, haksızlık, yolsuzluk, görevi kötüye kullanma ve suiistimaller…
1. Ham petrol alım bedeli % 60 düştü. Her akaryakıt zammında hoplatılan, zıplatılan ve şu an itibarıyla insafsızlık, merhametsizlik, alçaklık, küstahlık ve yankesicilikte zirve yapan mal ve hizmet fiyatları neden ve niçin, asgari % 50 düşürülmedi?..
2. Emekli maaşlarına niçin “hak, adalet ve hukuk gereği” seyyanen zam yapılmadı da, ısmarlama tespitlerin sonucu oluşmuş sahte bir rakam olan %3 baz alınarak adaletsiz bir zam uygulama cihetine gidildi?
3. Madem vatandaşın “gelir artışına esas norm % 3’tür” öyle ise, başta pek çok vergi kalemleri olmak üzere; Binlerce mal, ürün ve hizmete % 100’lere varan ve yerine göre bunu bile katlayan fiyat artışları (zam) yapıldı ve/veya yapılmasına müsaade ve müsamaha edildi?
4. 2000 yılına kadar emekli olanların “maaşlarında” kısmi iyileştirme yoluna gidildiği; Bu iyileştirmenin haksızlığı daha da derinleştirdiği; Özellikle 2000 yılı sonrası emekli olanlar ile öncekiler arasında “haksızlık ve adaletsizlik” yarattığı ve asgari ücrette yapılan çok komik artışların bile bu uçurumu derinleştirdiği alenen görüldüğü halde; Neden ve niçin 2000 sonrası emekli maaşlarında iyileştirme yapılmamaktadır?..   
5. Banka masraf karşılıkları, reel faiz, politik faiz üçkâğıtçılığı, özellikle gâvur doları karşısında TÜRK LİRA’sını inadına düşürme, yerlerde süründürme, TL’yi euro’ya ezdirme siyaseti tam bir iktisadi cehalet, paranoya, aşağılık kompleksi ve psikolojik sefaletin eseridir.
Bütün bunlara ve isminde yer alan “adaletli kalkınma” lâflarına rağmen; Kayıp-kaçak, gasp-irtikap ve hırsızlık bedellerini failinden (kullanandan) tahsil edememe acizliğine düşüp; Namuslu, onurlu, sorumlu ve dürüst vatandaştan cebren/zorbalıkla tahsile kalkışmak tam bir kabadayılık, kaçakçıları kayırma, hırsızla suç ortaklığı, hattâ bizzat suç, suiistimal, hırsızlık ve kaçakçılığı teşvik anlamına gelmez mi?..
Kıdem tazminatı konusuna gelince: Müktesep hak, insanlık, adalet ve hukukun temek kaidesi ve karinesidir. Muktedir olan hak’ı geliştirir. Hak gaspı aciz, zayıf ve hainin işidir.
Suçta, Medeni Siyaset: Medeniyet için hakkaniyet ve adalete mutlak riayet demektir.
Memlekette muhalefet yok diye, bu kadar haksızlık, adaletsizlik ve zulüm, tamı tamına zındıklık, İslâm’a ihanet, kifayetsiz muhterislik ve nihayet: Hırs ve ihtirasın zebunu olmaktır!                  

Cüneyt Şaşmaz : "Suskun olanlar çok tehlikeli!"

“Tüm gerçekler üç adımda gelirler:
Önce alay edilir.
İkinci olarak şiddetle karşı çıkılır.
Son olarak, zaten belli olan bir şey denir ve kabul edilir.”
Arthur Schopenhauer

Kara Kuvvetleri Komutanı'na takılan madalya, nedir ne değildir?!
a. ABD'de, Bush'giller geri dönüyor: Meteo 28 Şubat.
b. 1 Mart Tezkeresi öç güncesi. Balyoz +.
c. "Delik'e süpürmeyin bu adam'ı İran operasyonunda kullanın" ricası kapsamında açılan vade doldu, hesap kapatılıyor.
d. 1 Mart Tezkeresi sonrası Irak üzerinden fışkıran "kürt aktivist"ler için yol'un sonu: Neo 1993.
e. Hepsi

Başka?!

Misal, ABD'nin Kara Kuvvetleri yoktur, Lousiana Manevraları ile tasfiye edilmiştir.

"Umut Bir Yöntem Olamaz" isimli kitabın 29'ncu sayfasına bakmak yeterli.

ABD Ordusu demek, Hava Kuvvetleri, özel'de Deniz Kuvvetleri demek.

ABD'nin Kara Kuvvetleri tasfiye edilmemiş olsaydı, Irak'ta, Afganistan'da bataklığa saplanır mıydı ve/veya Pentagon, 11 Eylül operasyonu'na bu kadar kolay uğrar mıydı?!

Başka?!

1 Mart Tezkeresi öncesinde, AKP ile ABD'de Başkanlık makam'ını yöneten Bush'giller, Zapsu'giller üzerinden "arka kapı diplomasisi" başlığı altında "ilişki"ye girdiler.

Çok yazdık çizdik, Erdoğan'ın Beyaz Saray'da Obama görüşmesi öncesinde, The İmam'ın Zapsu aracılığı ile ABD Başkonsolosluk binasında yaptığı görüşmenin CD'si içerik olarak Silivri'deki mahkemede anlatıldı, kayıtlarda var.

Rahmetli Turan Yavuz'un "Çuvallayan İttifak" kitabında da aynı görüşmenin içeriği var.

Başka?!

ABD, eksen kaydıran AKP ile yollarını ayırıyor ve/veya Erdoğan Acem, Putin hat'tında.

Başka?!

Benzer madalya, Büyükanıt'a takılmıştı, Fare'lere esir düşmeyi reddettiği için!

Yani?!

ABD, 1 Mart öncesinde yaptığı hata'yı, çuval'ın özür'ünü çuval'cının el'i ile diliyor olamaz mı?!

"Siz haklı çıktınız!" mesaj'ı.

AKP, satarak, aldatarak, söz verip tutmayarak geleceği en son nokta'ya ulaştı.
Bir adım ötesi dünya savaşı.
Bir adım gerisi, Neo Sevr, parçalanmadan kaynaklı dünyalar savaşı.

Yani?!

Bu coğrafyada TSK'nın onay'lamadığı her girişim, döner dolaşır başta İsrail olmak üzere, Londra, Paris'i vurur, ABD, AB'nin teker'ine çomak sokar, güvenlik'ini zora sokar.

Başka?!

Türkiye'den laik'lik, Atatürk düşerse, başta bu topraklar olmak üzere Türkiye'nin arka bahçesinde bir tane Yahudi, Hristiyan güven'le dolaşamaz.
Bu da, ters'ten "Neo Haçlı Savaşları" demek.

Başka?!

Laik'ler, Vatikan'ın, İsrail'in uşağı propagandası yapmak isteyenler çıkabilir, ayna'ya bakmak elzem.

Dans etmek başka, dış güçler'in 'emir er'i olmak başka.

Yani?!

Fatih Sultan Mehmet, kılıç'tan geçirmek yerine İstanbul'u fethettiğinde neden Yahudi'ye, Hristiyan'a inandığı şekilde yaşamasına izin verip, ilk insan hakları beyannamesini yayınlamış?!

Radikal İslam, radikal Hristiyanlık, radikal Yahudilik, radikal milliyetçilik vb BOP ateş'inde alev'lendi vesselam.
Arka kapı diplomasisi'nin marazları bunlar.
İş bilenle taş taşı bilmeyenle bal yeme.

Demem o ki:
Kıvrıkoğlu'nun "28 Şubat, 1000 yıl sürecek" beyanı, BOP kapsamında çürük laik elit üzerinden "AKP molası" vermek zorunda kaldı, küresel aks'ta yaşanan derin U dönüş'ü kapsamında düşen "laik" bir çizgi yeni'den yükseliyor.

Sebep?!

Yandılar, dondular, mesaj'ı aldılar.

Demem şu ki:
Çankaya meselesi mühim mesele.
Ultra Türk, Atatürk.

İsrail/İran makas'ı kapsamında, Erdoğan, İran saf'ında.
ABD/Rusya ayrışmasında, Erdoğan, Putin saf'ında!

Nüans?!

Erdoğan'ı tasfiye etmek isteyen fare'ler de ters ayakta.

Yani?!

TSK, "Tehirli Kıyamet güncesi" bağlamında, "basınç altında" uzun süre sakin kaldı.

Tepe'den tırnağa devlet olan AKP, PKK açılım'ı yaptı.
TSK, "tak/şak" düzeni içinde "siyasi iktidar" ne derse yerine getirdi.

Devletler oyun'u.

Netice ortada:
Kor'düğüm.

Manzara-i umumiye:
İsrail başta olmak üzere Avrupa, enerji boru hatları güven'de değil!

Yani?!

Laik Türkiye düşerse, küre'de medeniyet 16. yüzyıla doğru geriler, görüldü test edildi, onaylandı.

Putin'in demokrasi ile uzak yakın alakası yok.
İran deseniz, başka bir gezegende.

Yani?!

Hayatta aksi iddia edilemeyecek şeyleri söylememek elzem.
"Su" ıslaktır, "Ateş" yakar, "Aslan" parçalar, TSK ile oynamak tehlikelidir, tetik'e basarsan ölürsün vb gibi.

Ne var ki, AKP'nin bilim'e, tarih'e, real-politik'e bakış'ı şehla.
Gerçeklikten çok uzak.
Meczup.
Enver Paşa gibi hayalperest!

Enver Paşa ile aralarındaki en büyük fark, paşa hırsız değildi, bunlar hem simsar, hem hain hem de mürteci.

Nüans?!

Aynı zamanda kolpacı.

Yani?!

AKP kendi elleri ile yeni bir "İHTİLAL" ortamını hazırladı.
Yazı arşiv'i ortada, yapılan onca açık uyarıya rağmen, otomatiğe bağlı ihanet takvim'ine sadık kaldı.

Başka?!

TSK'nın "terör örgütü PKK ile görüşmeyi kes, IŞİD'le görüşme, çalma vb" demesine gerek var mı?!

İşin tabiatı gereği, silah bırakmamış terör örgütü ile neyi görüşeceksin, NATO, BM toplanmış IŞİD'e karşı müzakere mi yapıyor, mütareke mi yoksa mücadele mi?!

ABD, El Kaide ile müzakere halinde mi yoksa operasyon tim'i (görünen gerçeklikte de olsa) Ladin'i öldürdü mü?!

AKP, PKK o kadar iç içe geçmiş ki, sakal'ı kesseler de yol olmuş, kelle düşmeden hikaye güvenlik'e bağlanmaz.

Kaldı ki, 2007 "Cumhuriyet Mitingleri" kapsamında "kesik kelle"si yerine yapıştırılan Erdoğan AKP'sine "STOP/Dur" demek, manevra alanı açmakla eşdeğer değil midir?!

The Kedi'nin zaman'sız Gülen'gil familya'ya yem olmasına izin vermek başka, ulusal güvenlik kapsamında müttefikler'inizin spin atmasına, manevralarını tamamlamasına katkı sağlamak başka.

"Düşmanını korurken", bu mana.

Yani?!

Velev ki, öyle, o zaman "On dilli Bizans şeytan'ı" AKP, siyasal kürt'lere "Biz istiyoruz asker istemiyor" mavrası yapmayacak mıydı?!

Acem kör'le yatan, şehla bakışlı barzan'la kalkar.

Hasılı:
Mustafa Kemal'i, aldığı hangi ödül, yol'undan döndürmüş?!

Enver Paşa konusuna gelince:
Liyakat sahibi değildi, saray ve Alman destekli idi.
Alman destekli Bab-ı Ali darbe'si üzerinden paraşütle "paşa" yapıldı.
Realist değildi, hayalperest ve maceraperest'ti.

Bu yüzden Samsun'a Enver değil, Direniş'i örgütlesin diye Mustafa Kemal çıkartıldı.

Unutulmamalıdır ki, İngilizler Vahideddin'i, Damat Ferit'i himayalerinde uzun süre tut'amamışlardır, sebep Ankara'da kurulan yeni devlet'i yani Gazi'yi karşılarına almamak için.

Başka?!

Almanlar da, Enver Paşa'yı korumamışlardır, Talat Paşa'nın nerede, nasıl öldüğü sır değil!

Bir şey değişir ise her şey değişir.

Enver Paşa bu nüans'ı anlamayı reddettiği için öldü.
Alman'ın abartmadığı rol'ünü fazla abarttı.

2003 hikayesi başka, bugünün hikayesi başka.

Tango için iki kişiye ihtiyaç var, halay çekmek için aynı dil'i konuşan değil, aynı duyguları paylaşan omuzdaşlara...

Yani?!

ABD yeni süreç'te "oyun kurucu" değil ama yeni oyun'un dışında da değil!
Dünya yangın yerine dönmüş olsa da, "Ak" ya da "f" hata'dan dönmek erdem'dir.
ABD de, Türkiye'den farklı değil, iki parça.

Velhasıl; küresel aksta "Ultra Voltran" ayakta.

İran'lılar AKP üzerinden nüfuz alanlarını fazlası ile genleştirdiler, şimdi esnemenin son nokta'sındaki "ak lastik" el'den salınırsa, hangi şiddette geriye dönüş yapar, kim'lerin suratında hangi şiddet'te patlar, yaşayıp göreceğiz.

Meteo: Balzbol ve/veya "Balyoz"!
LARP.

Yeni süreç budur.
Umut perisi değilim, makul'ü normal'de arayan real'istim.
Uzun yol'dan geliyorum, süreç'in şakası yok.

Başka?!

"Makul" bu değil diyenler bilmeliler ki, Ak Saray'daki Erdoğan da makul değil, TBMM'deki tablo da makul değil, yağmalanan Hazine de makul değil, ABD'deki Fetullah da makul değil vs.

Yaşanması gereken bir süreç var ise ki var, mutlaka yaşanır.
Tarih'te her ne yaşanmış ise başka türlüsünün yaşanması mümkün olmadığı için yaşanmıştır.

Kaldı ki, Almanlar perde önünde kaybetmeye alışık, perde arkasında bu süreç'ten onlar da kazançlı çıkacak.
ABD Kara Kuvvetleri, Almanlar'a uzak değil.

"Ertesi gün" ağlaşmaları kapsamında çok test yapıldı, netice ortada:
Sıtma'yı gören ar'sızlar, ölüm'ü tad'madan makul'ü kabul etmeye hazır değil.

Enerji bazlı dünyalar savaşı kapsamında, sulh'ün ön matematiği:
RAP... LARP... RAP...

Tasfiye edilen ABD Kara Kuvvetleri, Kıyamet'ten dönüş için Türk Kara Kuvvetleri'ni "cankurtaran" olarak görüyor ise geç de olsa aklın yolu bir.

Pentagon'la TSK arasındaki masa, çuval operasyonu'nun ertesi gün'ü kuruldu.
Sinerji, İmece, güç'birliği, voltran vb.

Bu bir dünya savaşı olduğuna göre, süre uzun değil.

Daha uzağa sıçramak istiyor isen bir adım geri at, der, bir Fransız atasözü: "Suskun olanlar çok tehlikeli!"

İş'i bilenler "taş" taşımaya da "bal" yemeye de hazır.

30 Ocak 2015 Cuma

İhsan Eliaaçık :‘Barış dini’ ve kanlı tarihi


30 Ocak 2015 Cuma 17:35
 

“Hazreti Muhammed’in 632 yılındaki vefatının ardından barış içinde geçen on yıllık bir dönem bile yoktur İslam tarihinde. Müslümanların tarihi,
 
bu açıdan kendisiyle yüzleşmesi gereken kanlı bir tarihtir.”
 
‘Barış dini’ ve kanlı tarihi
  
#Tarih dergisi Şubat sayısının kapağına, Hristiyanlık ve Müslümanlıkta din kisvesi altında yapılan  cinayetler ve katliamları taşıdı.
 "Tanrı böyle buyurmadı” başlığının kullanıldığı kapakta peygamber tasvirlerine yer verildi, Hz. Muhammed tasvirinde geleneğe uyularak yüz çizimi yapılmadı.
 
Fransa’nın başkenti Paris’te Charlie Hebdo mizah dergisine düzenlenen silahlı saldırının ardından  Avrupa’da terör alarmı verildi. Saldırıyı gerçekleştiren Kouachi kardeşler, katliamın “gerekçesini”  derginin Hz.Muhammed’i karikatürize etmesine dayandırınca, din adına düzenlenen şiddet eylemleri bir kez daha tartışma konusu oldu.
 
 #Tarih dergisi de Şubat sayısının kapağına Hristiyanlık ve
Müslümanlıkta din kisvesine bürünmüş  şiddet eylemlerine yer verdi.
#Tarih dergisinin Şubat sayısında ilahiyatçı İhsan Eliaçık, tarihçi Necdet Sakaoğlu, gazeteci Ayşen  Gür ve Cumhuriyet Gazetesi Dış Haberler Şefi Ceyda Karan'ın yazılarına yer verildi.Hiristiyanlık ve İslam tarihinde din adı altında düzenlenen şiddet eylemleriyle ilgili dergide  yayımlanan yazılardan biri  şöyle:
 
DİN ADINA İŞLENEN GÜNAHLAR
 
 Dünyadaki hiçbir inanç sistemi, kendine inanmayanları yok etmek üzere ortaya çıkmadı. Ancak tarih, özellikle Hristiyanlık ve Müslümanlığın yayılma ve kendi içlerindeki iktidar mücadeleleri döneminde  sayısız katliam ve vahşete tanıklık etti. Hıristiyan dünyası Aydınlanma Çağı’yla
birlikte bu sorunu  büyük oranda çözerken İslâm dünyasında şiddet dönem dönem azalıp artarak bugünlere kadar geldi.
Dünden bugüne din adına işlenen cinayetlerin, yapılan zulümlerin kısa tarihi…
 
Müslümanlar ve şiddet
 
‘Barış dini’ ve kanlı tarihi
 
 Hazreti Muhammed’in 632 yılındaki vefatının ardından barış içinde geçen on yıllık bir dönem bile yoktur İslam tarihinde. Müslümanların tarihi, bu açıdan kendisiyle yüzleşmesi gereken kanlı bir tarihtir.
 
İHSAN ELİAÇIK
 
 Günümüzde İslâm ve şiddet tartışmaları yapılırken Hazreti Muhammed’in girdiği savaşlara da çokca  gönderme yapılır. Ancak bilinmelidir ki, peygamber dönemindeki savaşlar hep kendini savunma,  Müslümanların can ve mal güvenliğini koruma amaçlıdır. Zaten Kuran-ı Kerim’e göre saldırı
yoksa savaş  da yoktur. Müslümanlar ancak kendilerini savunmak için silaha başvurabilirler. Savunma sözkonusu  değilken bir yeri işgal etmek, fethetmek, haraca kesmek, birilerini din adına öldürmek diye birşey  yoktur. Peygamber zamanındaki durum da genel hatlarıyla böyleydi.
Peygamber 632 yılında vefat ettikten sonra Ebubekir (573-634) halife oldu. İki yıl halifelik yapan  Ebubekir de peygamberin çizgisini sürdürdü. İkinci halife Ömer (581-644) döneminde ise durum değişti, 
Ömer’in on yıllık halifeliği boyunca İslam orduları yavaş yavaş civar kabilelere ve ülkelere yönelik  işgal hareketlerine giriştiler. Ömer zamanında ordu Azerbaycan’a kadar gitmişti. Bunlar her ne kadar  “fetih hareketi” denilerek meşrulaştırılmaya çalışılıyorsa da kendilerinden önceki Bizans ve Sasani İmparatorluklarının işgal hareketlerinden
farksızdı.
 
Şiddet sarmalına bir kez girildikten sonra, dışa dönük şiddetin içe yönelmemesine imkan yoktur. İçe  dönük şiddetin İslâm dünyasını sarsan ilk olayı halife Ömer’in öldürülmesiydi. Mallarını yoksullara dağıtmaktan, vergilerini arttırmaktan söz etmesinin ürküttüğü zengin çevreler Ömer’i öldürttüler.
Sonra gelen üçüncü halife Osman’ın (580-656) ikinci altı ayından itibaren muhalefet hızla  yükselmişti. Muhalefetin sisteme barışcı yollardan katılma kanalları olmadığı için 12 yıllık  halifeliğinin ardından o da öldürüldü. Dördüncü halife Ali de (599-661), Muaviye (602-680) ile  girdiği beş yıllık bir iktidar mücadelesi ve binlerce insanın katledildiği savaşlardan sonra  öldürüldü.  Böylece Müslümanların dört
halifesinin üçü yine Müslümanlar tarafından uğradıkları  suikastlerde öldürülmüş oldular.
Müslümanlar arası şiddetin kökeninde bir siyaset ve iktidar mücadelesi vardı. Bugünkü tabirle  demokratik mekanizma, yani iktidarın sulh yoluyla değişimini ve kitlelerin barışçı yollardan sisteme  katılmasını öngören bir sistem yoktu. Halifenin ne kadar süre işbaşında kalacağı,iktidarın  vazifelerinin ne olduğunu, yöneticileri kimin seçeceği, kaç
yılda bir seçeceği bunlar hep belirsiz  kaldı. Gelen ölene kadar gitmedi, iktidara gelmek isteyen de kanlı ihtilal dışında bir yol bulamadı.  İslamın tarihsel tecrübesi de bu iktidar kavgaları yüzünden tıkandı kaldı.
 
Kâbe’nin yakılması Ali’yle Muaviye arasındaki kavgayı kazanınca Muaviye kendini halife ilan etti ve 91 yıl süren Emevi  hanedanı dönemi başlamış oldu. Muaviye’nin
ardından gelen oğlu Yezid de (646-683) birçok ayaklanmayı bastırmaklauğraştı. Bu ayaklanmaların en büyüğü ve kanlısı 680 yılında Kerbelâ’da yaşandı. Yezid’in ordusu bütün peygamber torunlarını katletti, Medine’yi bastı, sahabe kadınlara tecavüz etti ve ardından Mekke’yi işgal edip Kâbe’yi mancınıklarla fırlattıkları ateş toplarıyla yaktı. Kâbe’nin cayır cayır yakılmasından sonra diyebiliriz ki, en azından görüntü olarak “bu iş bitti”. İslam’ın adaletli, eşitlikçi, barışçı mesajı Kerbelâ’da toprağa gömüldü.
 
Kerbelâ olayında olduğu gibi zorbalık yapıp büyük günahlar işleyenler,yaptıklarını meşrulaştırmak  için kelam üretmeye, uydurmaya başladılar.
 
Mesela, büyük hadis kitaplarından herhangi birinin iman bölümü açıldığı zaman şunların yazıldığı görülür: “Kalbinde hardal tanesi kadar imanı olan bir kimse deniz köpüğü kadar günah işlemiş olsa bile affolur”.
 
Yani, “Kerbela’da bu katliamları yaptım ama kalbimde iman var. O zaman bu günahların affedilmesi lazım, çünkü peygamberimiz böyle buyurmuş!”
  
Bu uydurmalara daha başka birçok örnek verebiliriz. İkindi namazı kılanların o günkü günahları  affolur, Cuma namazı kılanların o haftaki günahları affolur, hacca gidenin bir yıllık günahları  affolur, Arafat’a çıkanın kul hakkı da affolur… Bunların hepsi uydurmaydı ama hadis kitaplarına  geçince nesilden nesile aktarıldı, bunların etrafında bir ilahiyat üretildi ve günümüze kadar ulaştı.
 
Saltanat devri başlıyor
Görüldüğü gibi daha İslamın ilk yüzyılında Müslümanlar arasında çıkan iç savaşlarda binlerce kişi  hayatını kaybetmişti. Sadece Ali-Muaviye savaşlarında ölenlerin sayısı 100 bini buluyordu. 100 bin  rakamını o
günkü İslam dünyasının nüfusuyla orantılayıp günümüze uyarladığınızda durumun korkunçluğu ortaya çıkar.
 
 Muaviye’nin Emevi darbesi oligarşik bir dini diktatörlük dönemi başlattı ve inşa edilen süreç İslam  dünyasının sonraki tüm asırlarını etkisi altına aldı. Emevi darbesiyle birlikte “Sünni Saltanat  İdeolojisi” ve “Şii İmamet Mitolojisi” diyebileceğimiz bir iktidar ve bir de ana muhalefet akımı  oluştu. Siyasi krizler bu iki ana akım üzerine bina edildi, bunlar dışında başka bir yol üretilemedi.
 
 Emevilerden sonra gelen Abbasiler, Selçuklular ve Osmanlılar dönemleri bu açıdan birbirinin tekrarı ve devamıdır. Bu 14 asır boyunca İslam dünyasında barış içinde geçen 10 yıl bile yoktur. Sürekli ayaklanmalar,ayaklanmaları bastırmalar, kanlı ihtilaller, saray darbeleri, fetihler, işgaller, saltanatın bekâsı için evlat boğdurmalar…
 
Diğer taraftan Ömer döneminde başlayan fetih hareketleri İç Asya’dan İspanya kıyılarına kadar askeri açıdan zaferler silsilesi getirmişse de siyasi açıdan fethedilen uygarlıkların mirasının da  devralınmasını gerektirmişti. Bir yandan Sasanilerin bir yandan Bizans’ın devralınmaya
başlaması  sürecinde Hz. Muhammed’den önceki eski dünya
alışkanlıklarının İslam dünyasına sızmasına mani  olunamadı.
 
İslam dünyasında, demokrasi batılıların sembolü sayıldığı için bir küfür olarak görünür ama nedense saltanat denildiği zaman kimse rahatsız olmaz. Halbuki saltanat da Muaviye tarafından Bizans’tan örnek alınarak İslam dünyasına sokulmuştur. Zaten İslamın demokratik yorumu Bizans’tan
saltanat, harem hayatı, saray hayatı ithal edilerek boğuldu. 

Saltanat,İslâm’ın siyasi reformlarının gelişmesine engel olduğu gibi iç ve dış şiddetin meşrulaştırıcısı da oldu.
Saltanat, İslâmi bir yönetim biçimi olmadığı gibi İslâm’a aykırıdır da.
 
Birincisi İslâm’daki rıza ilkesine aykırıdır. Rızasını almadığın bir kadınla evlenemezsin, bir esnaftan rızası dışında mal  alamazsın,rızasını almadan kimseyle anlaşma yapamazsın, yönetemezsin. Ancak İslâm’ın aksine  saltanatta rıza yoktur ve ontolojik olarak da olmasına imkan yoktur. İkincisi, evlat katli islam  hukukunda çok büyük bir suçtur. İslam hukuku işletilse, evlat katleden padişahların yargılanmaları  gerekir. Üçüncüsü, İslâm’da cariye hayatı kesinlikle yoktur. Dördüncüsü, devşirme sistemi, yani  çocukları ailelerinin
elinden alıp ismini dinini değiştirmek İslâm’a aykırıdır. Saltanatın olduğu  yerde aslolan din değil saltanattır.
Osmanlı Devleti’nin çöküşüyle birlikte İslâm dünyası yepyeni bir döneme girdi. Bu dönemin en önemli özelliği İslâm medeniyetinin adeta tarih sahnesinden çekilmesi ve İslâm coğrafyasının sömürge haline getirilmesiydi.
 
İslâm düşüncesinde 1930’lu yıllarla 1990’lı yıllar arasında görülen Hasan el–Benna, Mevdudi, Humeyni gibi simaların söylemlerinde radikalleşme eğilimi ortaya çıktı. Bu eğilimin sahipleri, Osmanlı Devleti’nin son dönemindeki İslâmcılar,  “devleti kurtarma” temayülünün aksine “devlet kurma” düşüncesindeydiler. Çünkü uluslararası arenadan
tümden silinmenin doğurduğu bir sonuç olarak, acilen bir devlet kurmaları gerekiyordu. Bu da haliyle cemaat, parti, teşkilat, devrim,kıyam, ayaklanma gibi kavramların öne çıkmasına sebep oldu.
 
DÜNDEN BUGÜNE SELEFîLİK
 
Farklı fikre sıfır tolerans İslâm düşünce tarihi içinde yeniliğe en çok karşı olup zihinleri geçmişe dönük çalışanlar Selefî  denilen gruplardır.
Peygamberin vefatının ardından, “Peygamberin olmadığı çağlarda Müslümanlar kime uyacak?” sorusu ortaya atılıp Müslümanlar arasında siyasi, iktisadi ve fikrî birlik sağlanamayınca farklı sesler çıkmaya başladı. 
Yaşayan, kendisine vahiy inen bir peygamber olmayınca ne olacaktı? Bir tartışma olduğunda, peygamber otorite boşluğunu dolduruyordu ama vefatının ardından Müslümanlar birbirine girince, hele Muaviye savaşlarında yüz bine yakın insan ölünce büyük bir kaos ve travma yaşadı İslam dünyası. Selefîlik akımı, bu travma sonucunda,
“Herkes kafasına göre konuşup durmasın, ayet ne diyorsa ona uyalım”denilerek ortaya çıkan zahiri ve şekilci bir çabaydı. Selefîler,
 
“Ayetlerle ilgili kimse yorum yapmasın, kimse aklına başvurmasın, kimse kendi görüşünü oluşturmasın. Böyle yapınca birlik olamıyoruz. Bu nedenle ayetin dışsal ilk anlamı ne diyorsa ona uyalım” derler.
 
Bunlar bir tek görüş olsun ve herkes ona uysun istiyorlar ama pratikte birçok farklı fikir çıkmasına  engel olamıyorlar. O zaman da farklı görüş sahiplerini yok etmek için şiddete ve silaha  başvuruyorlar.
 
Selefîlikten söz etmişken, bu akımın 18. yüzyılda Suudi Arabistan’da ortaya çıkan temsilcisi Vahabilik’ten de söz etmek gerekir. Selefî iddialarla ortaya çıkan Muhammed bin Abdülvahab, yoruma karşı çıkıyor,ayetlere, hadislere birebir uymak gerektiğini söylüyordu. Muhammed İbni Suud, yani Suudi Arabistan’ın kurucusu, Muhammed bin Abdülvahab’ın çizgisindeydi. Suudilere Vahabi denilmesinin sebebi budur.
Selefîlerin ileri gelen alimlerinden biri İbni Teymiye’dir (1263-1328).
 
Şiddetli tasavvuf karşıtıdır İbni Teymiye. Ünlü İslâm düşünürü ve mutasavvıf İbni Arabi’ye “şeyh-ül ekfer” der, kafirlerin şeyhi, en büyük kafir anlamında. Suudi Arabistan resmi olarak onun kitaplarını basar,dağıtır.
 
Bugün de İslam dünyasındaki tartışmalardan rahatsız olan, farklı görüşlerden hazzetmeyen, zihni daha çok siyah beyaz çalışan, “Bir kişi imam olsun herkes buna uysun” diyen zihinler hemen Selefîliğe kayarlar.
 
Suudi Arabistan tarafından da desteklenen kayarlar. IŞİD, El Kaide, El Nusra gibi hareketlerin kökeninde de bu tek tipçi ve farklılığa tahammülsüz zihin yapısı vardır. Bu zihin  yapısının aslında Müslümanlıkla bir ilgisi yoktur. Sözgelimi solcu olsa Stalinist zorba olacak bu insanlar Müslüman olduğu için Müslüman zorba olmuştur.
Bunların din algısında da sakatlık olduğu için iktidarı ele
geçirdiklerinde inanç ve ritüelleri din olarak uygulamaya başlıyorlar.
 
Kuranî bakış açısı şöyle bakar; bir insan öldürüyor mu, çalıyor mu, iftira ediyor mu, hak yiyor mu? Neye inandığı, hangi ibadeti yaptığı yapmadığı önemli değildir. Ama bunlar gücü ele geçirir geçirmez namaz kılıyor mu, başını örtüyor mu, hangi inançtan, hangi mezhepten, bunları takip ediyor. Böyle olunca ele geçirdiği devlet dini polis devletine dönüşüyor.  Din namına insanlara kan ağlatmaya başlıyorlar.
 
İhsan Eliaaçık
 

Cüneyt Şaşmaz : Uluslararası İlişkiler Teorisi Tarihi

Kitabın adı: Uluslararası İlişkiler Teorisi Tarihi


Yazarı: Torbjon L. Knutsen

Açılım Kitap

Fiyatı: 20 TL

440 sayfa

(...)

Sayfa 184:

Kompleks, karmaşık “Alman devleti 

Topluluğu”, Kutsal Roma 

İmparatorluğu’dur.

Rousseau, Alman İmparatorluğu’nun 

istikrarına dair birkaç özelliği şöyle 

sıralamaktadır:

1- Almanya’nın coğrafi konumu: 

Avrupa’nın tam ortasında!

2- Büyüklüğü!

3- Parçalı yapısı! 300’ü aşkın Prens’likten 

oluşuyor!

(...)

Sayfa 85:

Çakmaklı bir tüfekle donatılmış eğitimsiz 

bir piyadenin güvenli bir mesafeden bir 

soyluyu öldürebileceği görüldüğünde, 

şövalyelik, savaşlardaki öncü rolünü 

kaybetti.

Savaşçı soylular savaşta etkisiz hale 

geldiler ve şövalyeler sivil toplum içindeki 

statülerini kaybettiler.

Piyade askerler, Rönesans’taki askeri 

birlikler içerisinde en önemlisi haline 

geldiler.

(...)

Sayfa 121:

Otuz yıl sonrasında ve Westphalia 

Anlaşması sonrasında krallar, kendilerine 

ait “milli ordu”lar oluşturmaya başladı.

Yeni askeri birliklere nasıl ödeme 

yapılacaktı?!

Vergi ve sömürgecilikle!

(...)

Sayfa 115:

16. yy ünlü sözü “Carpe diem/Anı yaşa”!

Fakat, “memento mori/ölümlü olduğunu 

hatırla” da bir diğer ünlü sözdü.

(...)

Sayfa 124:

Leibniz, kendi işvereninin (Hanover Dükü) 

yasa yapma hakkına sahip olduğunu 

kanıtlamaya çalışmakta ve bu süreçte 

yeni bir egemenlik kavramı 

geliştirmektedir.

(...)

Sayfa245:

Prusya’nın siyaset teorisyenleri, kendi 

Voksgeist’lerinin farklı nitelikleri için 

yoğun bir uğraş içerisine girdiler.

Bu şevk/heyecan içinde ‘Alman 

ideolojisi’ni yarattılar; buna göre 

Almanlar, materyalist ve ussal Batılı 

anlamlardan daha geniş bir manevi 

derinlikli –daha ahenkli- idiler.

(Laue 1987, sf 38)

(...)

Sayfa 249:

1873 yılında, ABD’nin önde gelen 

girişimleri Borsa’da çöküntüye uğradı.

‘Büyük Buhran’da gitti.

Almanya ve ABD, en çok zarara uğrayan 

ülkeler oldu.

Her iki devlet de, iç savaştan ve “ulusal 

oluşum”dan mali krizlere kayan yeni 

devletlerdi.
(...)
Sayfa 251:

Yüzyıl dönüşümünde, Avrupa ötesindeki 

petrole olan aşırı bağımlılık, yakın ve 

Ortadoğu’nun jeopolitik önemini artırdı.

Bu gelişme, uzun süredir yıkılma sürecine 

girmiş olan Osmanlı İmparatorluğu’nu 

destekleyen İngiltere’nin ilgi alanına girdi.

Böylece, başta Rusya olmak üzere diğer 

Avrupa güçlerinin Yakındoğu’ya 

müdahalesini engelleyebilecekti; aslında 

Rusya’nın Anadolu’ya dair hedeflerini 

bozmak İngiltere’nin birincil hedefiydi.

I. Dünya Savaşı’nın sona ermesiyle ve 

Osmanlı İmparatorluğu’nun nihai olarak 

yıkılmasıyla, Ortadoğu petrolü, bölge 

siyasetinde karmaşık ve bölücü bir faktör 

olarak ortaya çıkmaya başladı.

(...)

Sayfa 253:

Savaş bir ulusun sermayesini tüketen 

vergi anlamına geliyordu.

Aynı zamanda, bir ülkeyi sahip olduğu 

piyasalardan uzaklaştırma, engelleme ve 

düşmanlık anlamına geliyordu!

Diğer taraftan ‘emperyalizm’ gelişme ve 

ilerlemeyle bir tutuluyordu.

(...)

Sayfa 281:

Liberal krizin bu üzüntü verici ironisi 

şudur ki; bu kriz, bir ölçüde liberal 

fikirlerin yayılmasından doğmuştur.

Oy kullanma hakkı yaygınlaştığında ve 

piyasalar büyüdüğünde, bütün halklar 

ulusal siyasetle ve küresel ekonomilerle 

ilişkili hale gelerek kendi ekonomik 

çıkarlarının ve kendi siyasal güçlerinin 

bilincine varmaya başladılar; kendilerini 

farklı grup ve sınıfların üyeleri olarak 

tanımladılar.

Geleneksel kurumları yeni tertiplerle 

doldurdular ve bu kurumları parçalara 

ayırdılar.

(...)

Sayfa 282:

İki savaş arası dönemde Avrupa’da önemli 

sayıda I. Dünya Savaşı’na katılan bir kitle 

vardı.

Bu kitle, hayatlarını devlet adamlarının 

aptallıkları uğruna tehlikeye atmışlar ve 

karşılığında pek bir şey alamamışlardı.

Bunlar, siyasetçilere pek güven duymuyor 

ve toplumsal değerlere de inanç 

beslemiyorlardı.

Sanayileşme idealini ve akademik 

liberalizm düşüncelerini de 

paylaşmıyorlardı (Drucker 1939).

Büyük Savaş’a katılanlar bir birlik 

oluşturdular.

Bu birlikten tipik bir şekilde ellerinde şişe 

ve dudaklarından sarkan sigarayla 

topluma meydan okuyan, haz arayan 

“kayıp bir nesil” doğdu.

1929 yılının mali krizi son safhayı 

oluşturdu.

(...)

Sayfa 312:

Atom bombası dünya siyasetini değiştirdi.

Bu atom silahları, İngiltere’nin ve 

Sovyetler Birliği’nin savaş sonrası 

planlarını altüst etti.

Amerikalılar, bu yeni atom silahlarının 

tekelini almakla savaş sonrası düzende 

istediklerini dikte ettirici ve gelişmeleri 

kendi çıkarına uygun hale getirebileceği 

bir konuma geldi.

Roosevelt, 1945 yılının ilkbaharında 

beklenmedik bir şekilde öldü.

Yerine dış politikada deneyimsiz Harry S. 

Truman geldi.

(...)

Sayfa 329:

Beş aç insan düşünün!

Her biri, avladıkları geyiğin beşte biriyle 

ancak yetinebileceklerdir.

Böylece bir geyiğin tuzağa düşürme 

konusunda aralarında işbirliği yaparlar.

Ancak bu beş kişiden birinin açlığı bir 

yaban tavşanıyla da tatmin edilebilir.

Bir yaban tavşanı, yakalanabilecek 

mesafede gezinip dururken, açlardan biri 

tavşanın peşinden koşarak onu yakalar ve 

kendi açlığını gönderir.

Fakat böyle davranmakla, geyik avının 

başarısızlığına ve arkadaşlarının açlığının 

devam etmesine yol açar!

(...)

Sayfa 403:

Will Roger, diplomasiyi “Bir köpekle 

karşılaşıldığında, köpeği baştan savmak 

için bir taş bulana kadar, ‘Ne kadar hoş 

bir köpek’ deme sanatıdır” diye tanımlar.

(...)

Sözün özü:

Sayfa 396:

1929 yılı Ekim ayında Wall Street Borsası 

çöktü.

Bu gelişme, dünya ekonomisinde büyük 

krizlere yol açtı ve serbest piyasa 

ekonomisine yönelik kapitalist fikirlere ve 

liberal demokrat politikaya büyük darbe 

indirdi!