Yazarı: Emekli Orgeneral Edip Başer
Birinci Basım: Eylül 2014
Emekli Orgeneral Edip Başer’in Anıları…
• Lastik ayakkabılı çocukluktan, general üniformasına…
• Menderes’in İç İşleri Bakanı’nın Harp Okulu’nda intiharına tanıklık…
• Yaşar Büyükanıt’la, okul sıralarında başlayan dostluk…
• Türk-ABD-Irak Terörle Mücadele Koordinasyon Birimi’nde Türkiye temsilciliği…
• 2’inci Ordu Komutanlığından emekliliğe giden yol…
Atatürk'ün kaybından sonraki yıllarda bu alandaki çabalarda görülmeye başlanan ihmaller ve siyasi endişelerin eğitim sistemini etkilemeye başlaması gibi gelişmeler, bizi bugün içinde bulunduğumuz noktaya getirdi.
Bu süreçte yaşananlar, cehaletin etkin olduğu bir toplumda demokrasiyi ve evrensel değerleri yaşatmanın, din dediğimiz inanç sistemlerini siyasetin dışında, bireylerin kutsalı olarak korumanın kolay olamayacağını hepimize öğretmiş olmalıdır.
Siyasetin sadece kutsal inanç alanına değil, bunun yanında orduya, yargıya, eğitim sistemine ve devlet bürokrasisine de sokulmaması gerektiği, yakın tarihimizde yaşanan olayların bize öğretmiş olması gereken bir derstir.
Sami Bey'in İsmet Paşa'nın özel kaleminde görevli olduğu söyleniyordu.
Dediğini aynen yaptım. Özenle hazırladığım, anne ve babasız olduğumu önemle belirttiğim dilekçemi alıp Darüşşafaka Lisesi'ni aramaya koyuldum.
"19 Mayıs Gençlik ve Spor Bayramları Kuleli için çok özel anlam taşıyordu.
Bu bayramlarda Fenerbahçe ve İnönü stadyumlarında yapılan gösterilerde en iyi olma konusunda Deniz Lisesi'yle yarış halindeydik."
"Eşşeeek, eşşek, eşşek oğlum."
Hiç üstüme alınmadım.
Herhalde sahada birileri yanlış bir hareket yapıyor, diye düşündüm.
Komutan devam etti.
"Sana söylüyorum mikrofondaki eşşek."
O sırada mikrofonda benden başkasının olmadığını bildiğimden hemen durup arkaya döndüm.
"Ben sana iki defa 'Ulu Atam' yazdırmıştım!
Hadi bakalım baştan başla."
Ve ben bu sefer istediği gibi okuyup aferini kopardım.
Fakat bu olanlar nedeniyle tribündeki Avusturya Liselilerden ve özellikle de...
"Baharın güzellikleri içinde 27 Mayıs sabahına geldik."
Cumhurbaşkanı Celal Bayar okul komutanının odasında, Başbakan Adnan Menderes ise bu odanın karşısında şeref salonu olarak düzenlenmiş odada misafir ediliyorlardı.
Nöbet yerim, İçişleri Bakanı Namık Gedik ve Milli Savunma Bakanı Ethem Menderes'in birlikte kaldıkları odanın kapısıydı.
Ben dışarıda, sınıf arkadaşım Sadri Kral odanın iç tarafında duruyorduk.
Daha, "Bakan kendini attı" demeye kalmadan, aşağıdaki nöbetçilerden biri silahını ateşledi.
Pencereye yakın yatakta oturmakta olan Genelkurmay Başkanı Rüştü Erdelhun, "Evladım vurulacaksın, uzak dur pencereden" diye uyarma gereği duydu.
Diyeceğim odur ki yüzme bilmeyen hiç kimse kendisini güvenceye almadan "derin su" denemesine girişmesin.
Bir gün okul komutanı Talat Aydemir dersimize geldi.
Fakat birçok konuda olduğu gibi bunda da vatandaşlar gerektiği şekilde aydınlatılmamış ve Zafer Bayramı adeta askerin bayramı gibi söylenip algılanagelmişti.
29 Ekim'in de valinin bayramı ya da sivil makamların bayramı olduğu şeklinde bir anlayış hakimdi toplumda.
Tarih, 1962'nin 22 Şubat'ını gösteriyordu.
Neden sonra kulaktan kulağa yayılan bir haberle bunun, okul komutanımız Albay Talat Aydemir komutasında bir darbe hareketinin parçası olduğunu öğrendik.
Kendi subaylarımız ortadan kaybolmuş, onların yerini tanımadığımız yüzler almıştı.
Bugünlerdeki bir konuşmasında İnönü, "Harbiyeli aldatıldı" ifadesini kullanmıştı.
İçinden geleni söyleyen ve yapan Ünal, başbakanın "Harbiyeli aldatıldı" sözüne çok alınmış.
Bir çelenk yaptırıp üzerinde "HARBİYELİ ALDANMAZ" yazısıyla Taksim'de Atatürk anıtına bırakmış, küçük töreni saygı duruşuyla tamamlamış.
Bunu öğrendiğimde ben de diğer birçok arkadaş gibi, "Bize neden haber vermedi ki", diye geçirmiştim içimden.
21 Mayıs günüydü.
Arkadaşlar radyodan Ankara'da yine Harbiyelilerin içinde bulunduğu bir darbe girişimi olduğunu duymuşlardı.
Bunu duyduğumuz zaman çoğumuzun "eyvah" dediğini anımsıyorum.
Sonuç beklendiği gibi başarısız olmuş, Kara Harp Okulu iki dönem mezun vereceği subay adaylarını kaybetmiş, darbenin lideri Albay Talat Aydemir ve arkadaşları bu hareketin bedelini çok ağır şekilde ödemişlerdi.
Harp okulunda çok sevdiğimiz, vatanseverliğinden kuşku duymadığımız, komutanımız Talat Aydemir albayımızın 22 Şubat denemesinden sadece bir yıl sonra böyle bir işe tekrar girişmesinin sadece kendisinin ve birkaç arkadaşının kişisel hırslarıyla izah edenler karşısında susmak zorunda kalıyorduk.
Yine 1959 devresi Harbiye mezunu Hilmi Özkök de Erzurum'da görevliydi ve sınavlara üçüncü kez girmeye hazırlanıyordu.
Bu arada beni bugün fazlasıyla üzen The Sun gazetesinin manşetinden söz ettim. Bunun üzerine Jenny, "O gazeteyi İngilizlerin ne amaçla kullandığını biliyor musun?" diye sordu ve kendisi cevabını da verdi: "Tuvalet kağıdı yerine."
Ancak Yaşar Büyükanıt, hanımların kağıt oynamasını onaylamaz, yapabileceği başka bir şeyi de olmadığından, çocukları örgütleyip, ellerine verdiği "kumarcılara ölüm" pankartıyla protesto gösterisi yaptırırdı.
Rahmetli Güven Erkaya (sonra oramiral ve Deniz Kuvvetleri komutanı) Kıbrıs Barış Harekatı'nda Kocatepe muhribinin komutanıydı.
Geminin batışı olayını, gözleri dolarak, uzun uzun anlattığı geceleri anımsıyorum.
1980 yılının Haziran ayına geldiğimizde bizi yeni bir sürpriz daha bekliyordu. Temmuz başında bir yıllık süreyle ABD Kara Kuvvetleri Harp Koleji'nin eğitimine katılacaktım.
Doğruca Carlisle'daki evimize gittik.
Evet, evimize diyorum.
O yıllarda Vaşington'da kara ataşesi görevinde bulunan Kurmay Yarbay Hurşit Tolon, bizden önce Carlisle'a gelmiş ve bulunabilecek en uygun evi bizim adımıza kiralamıştı.
Amerikalı subay Albay Chuck Westfeeling yanıma geldi ve Türkçe olarak "Sevinmen gerekiyor, Türkiye'de bu gece askerin müdahalesi oldu. Kan akmasını durdurmak için birilerinin bunu yapması gerekiyordu sanıyorum" dedi.
Sonraki günlerde Hurşit Tolon'un önerdiği bir fizik tedavi uzmanında her gün bir saat kadar süren tedavi görerek ancak 20 gün sonra normal yaşama dönebildim.
Üstelik, köşk çevresindeki duvarlar ve demir parmaklıklar 13-15 yaşında bir çocuğun dahi üzerinden kolayca aşabileceği yükseklikteydi.
Nitekim bir gün, cumhurbaşkanının o zamanki konutunun da içinde bulunduğu pembe köşkün hemen yanındaki gül bahçesinde 16 yaşında bir kız çocuğunu yakaladı oradaki nöbetçiler.
Milletin bunca parası, birkaç parça su borusu için, ahlaksız bir soyguncuya ödenmiş.
İhtiyar köylü köyün imamını işaret ederek, "O pezevenk aha bu deyyusun da akrabası oluyor," dedi.
İmam burada söze karışıp, "Evet, doğrudur vallahi, ben de Iğdırlıyım, benim hısmım olur o şerefsiz," diye doğruladı.
Önemli bir dokümanı onaylarına sunmak üzere Genelkurmay Başkanı Torumtay Paşa'nın kapısı önünde beklerken, odadan çıkan ikinci başkan Mehmet Önder Paşa, "Edip," dedi, "boşuna bekleme, komutan istifasını imzalıyor."
Son zamanlarda Amerikalıların kuzeyden cephe açmamız konusundaki isteğine karşı çıktığı, bu konuda Cumhurbaşkanı Özal'la ters düştüğü biliniyordu.
Fakat ben, Özal'ın, Genelkurmay başkanının istifasını göze alacak kadar bu konuda ısrarcı olacağını tahmin etmiyordum.
Bir sonraki Genelkurmay Başkanımız Doğan Güreş Paşa hemen ertesi gün göreve başladı.
Biz de elimizde kalan önemli evrakın imza blokunu değiştirip ara kademelerden yeniden parafelerini aldıktan sonra kendisine arz edebildik.
Saddam ise yenilginin hıncını almak istercesine kuzeyde Kürtlere saldırmış, onlar da yığınlar halinde İran ve Türkiye topraklarına sığınmışlardı.
Bu tür durumları kendi çıkarları ve özellikle de gelecek hesapları için çok iyi kullanmayı beceren İngiltere, Fransa ve ABD başta olmak üzere Batılı ülkeler göstermelik nitelikteki asker ve sivil yardım unsurlarını vakit geçirmeden bölgeye göndermişlerdi.
Doğan Güreş Paşa çok kalender yapılı, bu özelliği söz ve davranışlarında kolayca görülebilen bir komutanımızdı.
Bu hanımefendi (Başbakan Çiller'den söz ettiğini anlamak zor değildi) benden danışman olarak bir orgeneral istedi.
"Orgeneral veremem" dedim.
"Korgeneral olsun," dedi.
"Onların da sayısı az ve hepsinin kilit görev yerleri var, onu da veremem. Fakat ben size bu görevi en iyi yapacak bir tümgeneralimi vereceğim" dedim.
Terörle mücadele için Silahlı Kuvvetler'in diğer projelerine tahsis edilmiş bütçeden 19 trilyon (bugün 19 milyon) lira harcadım.
Sayın hanımefendiye söyle, bu paranın derhal bütçemizde yerine konması gerekir.
Aksi halde çok önemli modernizasyon projelerinde büyük gecikmelere neden oluruz.
Hemen, şimdi yap bu işi!
Benim notlarıma göre bu ziyaretten söz edilecek önemli başka bir şey yoktu. Başbakan Çiller ile Bush arasındaki görüşmenin içeriği hakkında bize bilgi verilmedi.
Bir vesileyle gittiğim Selimiye'de komutana bu izlenimlerimi ve önerimi arz ettim.
"Edip Paşa, bunlar bizim geleneğimiz haline gelmiş. Bazı şehit aileleri ve yakınları bu konuda hassastır. Hocaların kılık kıyafetine dikkat edilsin, şehit tabutunu kabir yanında daha düzgün koyacak tedbiri alınsın düşüncen tamam. Fakat diğerlerini değiştirmeye uğraşmak gereksiz" diye yanıtladı.
Belediye Başkanı Recep Tayyip Erdoğan'ı törenlerde sağlık işleri müdürünce temsil ederdi.
Ancak bu son tören için tugay subay gazinosunun dış kapısına geldiğimde beni karşılayan kurmay başkanım, belediye başkanının geldiğini bildirdi.
Bazı yayın organlarında zaman zaman yapılan bir yanlışlığı sırası gelmişken burada düzeltmek isterim.
Orgeneraller dahil, general ve amiral atamaları Askeri Şura tarafından yapılmaz. Bu atamalar yasalarda her bir rütbe ve makam için belirlenmiş usullere göre yapılır.
İsrail'le aramızdaki askeri ilişkiler neredeyse bütünüyle İHA satma çabası ve tank modernizasyonu projesindeki işbirliğimizle sınırlıydı.
O gün sabahtan tüm üyeler Askeri Şura salonuna gelerek masalar üzerinde hazırlanmış imza sayfalarında kendilerine ait bölümleri imzalar.
Ayrılmadan önce kendilerine, emekliye ayrılan ve bir üst rütbeye terfi eden generallerin, general rütbesine yükseltilen albayların listeleri ile yeni atama yerlerini gösteren listelerin yer aldığı birer zarf, Genelkurmay personel başkanı tarafından teslim edilir.
Şuranın imza günü personel başkanı Korgeneral Hasan Iğsız bana ait zarfı verirken, "Çok üzgünüm komutanım," dediğinde, kuvvet komutanlığına atanma konusunda tercihin ikinci sıradaki arkadaşımızdan yana kullanıldığını anladım.
Korunması gereken personel olduğumuz değerlendirilmiş ve Fenerbahçe'deki konutlardan bir daire tahsis edilmişti.
Bu binalar beşer katlı, her birinde 140 metrekare genişliğinde on daire bulunmaktaydı.
Sadece bir bina standart dışı olarak üç katlı ve daireleri çok daha geniş olarak inşa edilmişti.
Hilmi Özkök Paşa bu binada boş olan bir daireye geçmemi istedi.
Daha sonraki yıllarda Terörle Mücadele Özel Temsilciliği görevim sırasında bir toplantımızı Almanya-Stuttgart'daki ABD üssünde yapmıştık.
Bunun üzerine düşüncemi Bedrettin Bey'e aktardım.
Bu dersleri biz planlamalı, kontrol ve koordine etmeliydik.
Atatürk ilkeleri ve inkılaplar konusundaki hassasiyetinden daha önce söz ettiğim "Başkan" (mütevelli heyeti başkanı olduğundan üniversite içinde kendisine böyle hitap ediliyordu) önerimi hemen ve büyük memnunlukla kabul etti.
Bu süreçte, "Terörle Mücadele Koordinasyon Kuruluna başkanlık etmekte olan Dışişleri Bakanı Abdullah Gül bana birkaç defa "Barzani'yle görüşmenin yararlı olacağı yönünde" telkinlerde bulunmuşlardı.
ABD yönetiminin PKK'yla ilgili başka hesapları ve planları vardı.
Kürdistan projelerinin gerçekleşmesinde bu kanlı örgüte de rol tasarlanmıştı. Türkiye'nin ve Türk toplumunun güvenliğine sürekli bir tehdit olması onları pek fazla ilgilendirmiyordu.
Nasıl olsa Barzani'nin de, PKK'nın da ipleri ellerindeydi.
Başbakanın büyük olasılıkla Dışişleri Bakanı'nı cumhurbaşkanı seçtirmek niyetinde olduğuna dair haberler dolaşıyordu.
27 Nisan bildirisinden birkaç gün sonra, Alman Die-Welt gazetesinin Türkiye muhabiri benimle bir mülakat yapmak istediğini bildirdi.
Daha sonra muhabir, 27 Nisan bildirisinden söz ederek şöyle bir soru yöneltti: "TSK Abdullah Gül'ün cumhurbaşkanı olmasını neden istemiyor?"
Evet, terörle mücadele zor bir savaş türüdür.
Onunla mücadelede devletin bütün kurumlarını seferber edeceksiniz. Mücadelenizi, caydırıcı nitelikte yasal düzenlemelerle destekleyeceksiniz. Özellikle İstihbarat ve psikolojik harekat alanlarında hiçbir fedakarlıktan kaçınmayacaksınız.
Psikolojik harekat kapsamında halkınıza doğru bilgileri zamanında verecek, terörün kara propagandasından onları koruyabilecek tek şeyin, doğru bilgilerle donatılmak olduğunu bileceksiniz.
Üzerine oturtulacak üç ana sütun ise demokrasinin ana taşıyıcılarıdır:
Kitabı pek sevimli bulmadığımı baştan söylemeliyim.
Hakikati bilmeden kitabı okuyan, durumu alttaki gibi kabul edebilir.
Başer'in geçmiş anlatımından TSK'nın şöyle bir yer olduğu sonucu çıkıyor:
Yazın kavrulan, kışın donan.
Duş, hijyen, yemek şartlarının asgari düzeyde olduğu.
Askerin deprem, yangın dikkate alınmadan yapılmış yerlerde yattığı.
Kısa dönemlerine kötü gözle bakan, erlerle aynı muameleyi reva gören.
Buradan erlere nahoş bir muamele yapıldığını anlayabiliriz.
Subaylarına lojman, kreş ayarlayamayan.
Napoli'de lojman binasının güvenliği için mafyadan medet uman.
Kabineyi, komutanları koruması için, ateş etmeyi bilmeyen acemi askerden nöbetçi yapan.
Hudutta dürbün çalma, yabancı karasularda yabancı uyruklu adam kapma gibi tuhaf eylemlerle farkında olmadan her an savaş çıkarma tehlikesi olan.
10 sene evvel askerliğimi yaptığım dağlık hudut garnizonunda hiç lüks yoktu ancak tüm ihtiyaçlar karşılanıyordu.
Kısa-uzun dönem bir çok arkadaşımız, muvazzaf ya da sözleşmeli olmayı düşünüyordu.
Demek Başer'in aksettirdiği zamandan epey mesafe katedilmiş.
Başer, kitapta Atatürk'e minnettar fakat zamanının fazla ilerisinde olan, ütopik-idealist bir karakter olarak resmetmiş.
Bezirganların elinde oyuncak veya olmak üzere.
Dolayısıyla kaybından hemen sonra (İnönü'den itibaren) örselenme, geriye gidiş başlıyor.
Bu durumda yapacak fazla bir şeyimiz yok; çaresiziz.
Başer, "halkla ilişkiler konusu komutanların, subayların kendi yeteneklerine ve görüşlerine bağlı olarak işliyor" diyor.
Kitapta iki yerde vatandaş, Başer'e direkt soru, neredeyse hesap soruyor.
1. Talat Aydemir'in başarısız darbe girişimleri:
Başer, ilkinde hocalar ve idarenin, sonrakinde arka arkaya iki dönem harbiyelilerin tasfiye olduğu bilgisini satır arasında paylaşıyor.
50 sene sonra yazdığı kitapta, 27 Mayıs sonrası TSK'dan yapılan kapsamlı tasfiyelere değinmemiş.
2. Ergenekon, Balyoz'a neden ses vermiyorsun diyen vatandaş:
Başer, vatandaşta "TSK milli ordu mudur NATO ordusu mudur" diye bir kafa karışıklığı olduğunu düşünüyor.
Vatandaşa, "milli ordudur, seninse neden Taksim'de toplanmıyorsun, Cumartesi Anneleri'ne katılmıyorsun?" diyor.
Vatandaştan genelde "biz de boş oturuyoruz, sadece konuşuyoruz" cevabını alıyormuş.
Çözüm önerisini anlayamadım.
Millet Taksim'den taşı sopayı alıp cezaevi mi basacak?
Cumartesi Anneleri bunları bir yandan motive edecek, bir yandan sıhhi hizmet ve yemek mi verecek?
Bunların yapıldığı Gezi eylemleri hakkındaki düşüncesini öğrenemiyoruz.
Kitapta en çok ismi geçenler Hilmi Özkök ve Yaşar Büyükanıt.
Başer, olumsuz düşündüğünü gizlemiyor.
"Hilmi ağabey", 2 sınıf büyük.
Kurmay akademisini ancak üçüncü denemede, Başer'le aynı sene kazanabilen.
Yüzüne karşı iyi davranıp arkadan iş çeviren.
Sinsi, olumsuz manada pazarlıkçı.
Atama silsilesi içinde üst rütbelerde Başer'in selefi.
Büyükanıt, Başer'in sınıf arkadaşı.
Eşi Filiz Hanım'a söz geçiremeyen birisi.
Filiz Hanım da olumlu bir intiba bırakmamış.
Kumarı seven, kıskanç, dedikoducu.
Görümcesine alınan arabaya öfkelenip "Başer, görümcemle (kız) yeğenimi arabayla gezdirdi" diye diğer subay hanımlarını örgütlüyor.
Büyükanıt, Başer kadar hızlı terfi edemediği için silsilede halefiyken üst rütbelerde ara açılıyor.
Velhasıl CV'si Başer'den görece zayıf bu iki subay, kuvvet komutanı ve başkan olurken birileri Başer'in önüne taş koyuyor.
Burada Hüseyin Kıvrıkoğlu ve Hasan Iğsız (personel başkanı) devreye giriyorlar.
Kıvrıkoğlu, iki yerde daha geçiyor.
Başer'in, Yaşar Nuri Öztürk'ün hayret ettiği engin din bilgisiyle yazdığı askerler için din kitabı ve şehit töreni şemasına direniyor.
Yüzüne karşı olur verip riya yapıyor.
Belki de 52 saatlik müfredatı uzun buldu.
Hurşit Tolon, gençliğinde ataşelik, levazım, ordonat işlerinde çok başarılı.
Tevekkeli değil Başer'in ikinci başkanlığında lojistik başkanı.
İlker Başbuğ için "iyi insan, o kadar" demeye getiriyor.
Başer dışında karargahtaki subaylarımızın hali buymuş.
"Çürük elma olabilir" diyenler, Başer'in yanında anca saf ve ihtiyatlı kalır.
Başer'e göre orgeneral dahil atamaları, Yüksek Askeri Şura yapmıyormuş.
Personel dairesi, yasa ve usullere göre yapıp üyeler, açılan parafeye imza atıyormuş.
Atama neticesi de son gün çıkışta kendilerine haber veriliyormuş.
Bu iş için şura toplamaya gerek var mı?
Hadi toplu imza almak için şura toplandı, sivil üyelerin ne işi var?
Başer, bunları bilen birisi olarak torununu Kuleli'ye göndermeye sıcak bakmaz herhalde.
Ya da Avusturya Lisesi ile protokol yapılsın.
Her sene düzenli gelip Kuleli'nin provasını izlesinler.
Komutanın yazdırdıklarını da sadece Başer değil, herkes okusun.
Kitapta karargahın dirlik ve düzen içinde olduğu zamanlar da var.
Özal'a direnen Torumtay istifa edince hemen ertesi gün Doğan Güreş işe başlıyor.
Evrakı aynen parafe ediyor.
Başer "isim değişti, bir şey değişmedi" demek istiyor.
Başer, Yıldırım Akbulut'a brifing verip Irak'a girmememiz gerektiğine kendi kendine ikna olmasını sağlıyor.
Torumtay'ı istifaya götüren harekat böylelikle ustaca bertaraf ediliyor.
Bu konuda kararlı Çiller döneminde, Güreş-Başer ikilisi bu defa terörü bitme noktasına getiriyor.
Belki benzer süreçten geçmekte olan bugünkü komuta kademesi örnek alabilir diye detaylı yazmış.
Sonuçta ABD bütün bu başarılardan rahatsız olacak ki Bush Çiller'le özel görüşüyor.
Kimseyle bir şey paylaşılmıyor.
Devamında Çiller kayboluyor.
Bu vazifeler esnasında İsrail, bize zorla İHA (insansız hava aracı) satmak isterken Başer, Sina'da Mısır'ın İsrail'den ele geçirdiği top mevzilerini geziyor.
"Önce bir topu kaptırmayın" diye düşünmüş olabilir.
Başer'e göre BOP yıllar önceden belli.
En azından Başer, ABD harp akademisinde okurken 15-20 yıl evvelinden durumu tespit etmiş.
Okulun Pensilvanya'da olduğunu, oraya nasıl ulaşıldığını detaylı anlatmış.
Ortadoğu'ya ilgilerinin kapsamı, enerji güvenliği ile sınırlı olamazmış.
Kendi güvenliği, Avrupa'nın güvenliği gibi bence önemli konulardan bahis yok.
Başer'e göre esas neden, İsrail'in güvenliği ve diğer ihtiyaçları.
Büyük Kürdistan projesini bunu sağlayacakmış.
Amerikan ordusunun 40 senelik emeği, sayısız maddi-manevi zayiatı, bu Kürt devleti içinmiş.
Haliyle hem Barzani hem PKK'nın ipi Amerika'nın elindeymiş.
Başer, bunu bir takım fotoğrafa bakarken hem peşmerge hem PKK'ya yardımı CIA'in koordine ettiğini görünce hepten anlamış.
Yardım taşıyan arabada yanda oturan adamın CIA'de çalıştığını, Amerikalı muhatabı Ralston kendi ağzıyla itiraf etmiş.
PKK kitapta Başer'in ikilemde olduğu bir konu:
Bitiren, kendisinin olduğu ekip.
Hortlatan, 2002'de Başer'in ayağını kaydıranlar ve onların atadıkları.
Barzani devleti kapsamında PKK, Türkiye'yi oyalayıcı ve minör bir ayrıntı.
Finans ve diğer kaynakları, özellikle AB ve sair Avrupa'dan.
Tedbir alalım mı, kimden bilelim belli değil.
Bilsek de yapabileceklerimiz sınırlı olduğundan bu sorunlarla, Ankara'da öngörü sahibi bir hükümet ve Brüksel'de nitelikli diplomatlarımız olursa ilgilenebilirmişiz.
Başer, bunların bizde olmadığına inandığı için sorunun çözümüyle hiç ilgilenmedi herhalde.
Sorunun Türkiye içindeki unsurlarına da temas etmemiş.
Ya da belki yok diye düşünüyor.
Yazmadığı için bilemiyoruz.
Teröre karşı en önemli silah istihbarat ve psikolojik harekatsa Başer görevdeyken bu alanlarda çok güçlü olduğumuzu varsayıyorum.
Kitapta stratejik öngörüsüyle öne çıkan bir diğer isim Abdullah Gül.
Kaç sefer "Barzani'yle görüşsek daha iyi olur diyor" Başer'e.
Başer, bire bir aynı telkini Amerikalılar'dan da duyunca bu durumu anlıyor.
Sonra beraber kararlaştırıp Amerika'ya resmi kanaldan nota veriyorlar.
Ancak Amerika'dan cevap emaresi yok.
Başer "istifa" diyor; Ralston da edecek.
"Yapacak bir şey yok" sonucu çıkıyor bu satırlardan.
Aynı günlerde Başer, Ankara'da başbakanın Abdullah Gül'ü cumhurbaşkanı seçtirmek niyetinde olduğu söylentilerini öğreniyor.
Başbakan, vaziyeti iyi okuyan, Amerika'ya nota verebilecek bir isim başta olsun diye diretti herhalde.
Bu esnada arkadaşı Büyükanıt, 27 Nisan'da başkan olarak bildiri yayımlıyor.
Durumdan vazife çıkaran Alman Die Welt gazetesi, bunu "TSK Abdullah Gül'e karşı" diye yorumluyor.
Bu gazete ya laiklikten pek anlamıyor ya da Başer'in tabiriyle Türkiye'nin yarıdan azca bir kısmı gibi bu konuda hassasiyeti yok.
Yalnız Die Welt, Almanlar'ın İngilizler'in "pespaye" The Sun'ı kullandığı biçimde kullandığı bir gazete değildir.
Alman otobanında araba sürmenin keyifli olduğu hususunda Başerle hemfikirim.
Kendisinin bahsettiği yıllarda var mıydı bilmiyorum, şimdi epeyce radar var.
Allah'tan kaptırıp gitmemek için çok uyarı oluyor.
Başer'e güncelde katılmadığım:
Belçika'da otobanlar eski.
Orada ana gündem maddesi, etnisite ve özerklik.
Burada yaşayan azınlık müslümanlarda pahalı alman arabaları var.
Krediyle alınıyor, önemli bir bölümü cip.
Başer, kitapta adam gibi bir demokrasimiz olmadığı için bildiriye istemeyerek de olsa katıldığını dile getiriyor.
Abdullah Gül, bunların hiç birine katılmıyor, röportaja kızıyor.
Başer, röportajda söylediklerine somut itirazı varsa duymak istiyor.
Gül, bir şey demiyor ve Başer'i görevden alıyor.
Başer'in demokrasimiz adam gibi olsa "askeri vesayettir" tanımına katılacağını söylediği 27 Nisan bildirisi ile ilgili somut itirazlarını kitaptan öğrenemiyoruz.
Akabinde Ergenekon, Balyoz gibi davalar başlıyor.
Amerika, 1 Mart'ın uzatılmış intikamı olarak bunları yapıyormuş.
Bir çuvalla intikam bitmezmiş.
Amerika hala tezkerenin geçmemesinin sorumlusunun AKP değil TSK olduğuna inanıyormuş.
O dönemin komutası ikirciksiz, sağlam bir duruş sergilese değil TSK sanki meclis, oylama çıkış kılıcı kuşanıp intikale geçecekmiş gibi bir anlatım var.
Neticede şöyle bir ana fikir uyanıyor:
Türkiye'deki 2007-2014 arası idare o kadar başarılı ki, Amerika'nın Avrupa'nın 40 yıldır kurmak için yapmadığını bırakmadığı Barzani-PKK devletini geciktirip adamları oyalıyorlar.
Bunu, büyük oranda onlardanmış gibi görünerek, bazı şeylere istemeden evet diyerek yapıyorlar.
Amerika'nın gücünü ve hedeflerini ilk elden, en iyi bilen Başer de şaşırmış olmalı.
Özgür medyada kelime bazında Başer'le birleşiyoruz.
Başer, bu bağlamda okura, Sözcü gazetesinde Emin Çölaşan'ın yeni tarihli bir röportajını örnek gösteriyor.
Röportaj verdiği diğer medya kuruluşlarını da özgür kabul ederek günümüzde sorun olmadığını düşünüyor olmalı.
Yasama-Yürütme-Yargı'nın bütünü aslında İdare'dir.
Laiklik, İdare'nin üzerine oturduğu yazılımın ayrılmaz bir parçası.
Laiklik giderse bu İdare biter.
Daha farklı türde İdareler gelir.
Kayma, taviz olup olmadığını dışarıdan gözle izleyip uyaracak, özgür medya.
Özgürlükten kasıt, yerli-yabancı idarelerden ve başka unsurlardan özgür olmaktır.
Yozlaşarak, kuralsızlaşarak, körleşerek demokrat, laik, özgür, imanlı ya da güvenli olunmaz.
Bunlar birbirine zıt şeylerdir.
Hangi taraf ağır basıyorsa diğer taraf ortadan kalkar.
Kitapta Başer'in teamül dışı erken emekliliğinden tek nasiplenen Dalan'ın üniversitesi.
Zarfı veren Hasan Iğsız'la neredeyse aynı anda kendisini arayan eğitimci "Başkan", Başer'i transfer etmeden önce Atatürk İnkılabı dersleri kaos içerisindeymiş.
Umarım Başer sonrası bu ders, ehil öğretmenlerce müfredata uygun olarak anlatılıyordur.
Kendisi bu sene 31 Ağustos'da oradan emekli olmuş.
Laiklik, demokrasi diye bir derdi olanların, önce oraya el atmasında fayda var.
Başer de artık herhalde tam emekliliğe geçmek istediğinden alelacele kitabı piyasaya sürüp röportajları verip manevi vazifesini tamamlamış oldu.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder