8 Ocak 2015 Perşembe

Cüneyt Şaşmaz : "TEKE TEK"te KOLTUKLARIN YERİ DEĞİŞTİ?!

Kitabın adı: Fatih Altaylı ile Teke Tek


Kitabın Yazarları: Hüseyin Latif, Bilge 

Demirkazan, Mireille Sadege


Bizim Avrupa Yayınları

Birinci Baskı: Kasım 2005

168 sayfa

2 TL

(...)


Arka Kapak:

Teke Tek'te hep o sorar ve karşısındakiler 

yanıtlardı.

Bu sefer Teke Tek'te koltukların yeri 

değişti.

Tabii ki onunla baş etmek için karşısına üç 

kişi olarak oturduk.

Herkes onu sivri dilliliği, kavgacı kişiliği ile 
tanıyordu.

Biz ise onu modern, bilgili, biraz stresli 

biraz da düşünceli bulduk.

İyi eğitim almış, görgülü biri olduğu her 

halinden belli oluyordu.

Bu kitapta bir medya devini okuyacaksınız.

Ne pahasına olursa olsun, sözünü 

sakınmadan söyleyen, bir toplantı 

sırasında Hürriyet gazetesi Genel Yayın 

Yönetmeni Ertuğrul Özkök'ün, "Kim 

benden sonra bu koltuğa oturmak istiyor?" 

sorusuna "Ben" deme cesaretini gösteren, 

Türkiye'nin en büyük medya patronu 

Aydın Doğan'a ayrılırken "Fatih, çok fena 

oluyorum, sen git!" dedirten de yine o.

Kamuoyunun son aylarda kendisinden en 

çok söz ettiren ismi Fatih Altaylı dünyayı 

nasıl yorumluyor, Türkiye'ye nasıl 

bakıyor; 

evde yemek pişirir mi, hangi konularda 

muhafazakar?

Hepsi çok açık, sansürsüz olarak bu 

kitapta.

"Fatih Altaylı ile Teke Tek" aynı zamanda 

bir ders kitabı; üniversitelerin uluslararası 

ilişkiler bölümünde, iletişim 

fakültelerinde 

okutulacak, tartışılacak bir kitap. "Ben 

gazeteci olmak istiyorum" diyenlerin, 

Türkiye'yi anlamak isteyenlerin kitabı.

Hayatta dik bir duruş var ise o dik 

duruşun 

bir maliyeti vardır ve ben o maliyeti ne 

pahasına olursa olsun ödemek 

zorundayım.



(...)

Sayfa 11:

Transferin Perde Arkası-I

(...)

Sayfa 13:

Nitekim Aydın Bey'e, "Geleceğimle ilgili 

kararı sizin aile meclisinde aldırmam. Ben 

kararlarımı kendim alırım" dedim.

Ve bırakıp çıktım.

(...)

Sayfa 13:

Bir kuruş transfer ücreti almış değilim.

Bırakın bahsedilen o milyon dolarları yani 

bir lira almış değilim.

Vatan Gazetesi'nin yazdığına göre kırk beş 

elli milyon dolar para almışım.

Keşke alsaydım, almayı isterdim ama 

böyle 

bir para vermediler.

Tam aksine gelirimde bir düşüş oldu.

Yani Sabah Gazetesi'nin maaş profili son 

dönemde Hürriyet'e ve Kanal D'ye oranla 

biraz daha düşük olduğu için gelirimde 

ciddi bir düşüş oldu.

Ama bunu Türkiye'de, özellikle 

medyadaki 

insanlara anlatmak çok zor.

(...)


Sayfa 14:

Onu bırakın.

Hürriyet Gazetesi'nden geçmişte bir ev 

almak için kredi almıştım.

Gazeteden ayrılırken, onun parasını 

ödemek için şu anda evi satıyorum.

Yani Hürriyet'e borcumu ödemek için 

evimi satmak zorunda kalıyorum.

Milyonlarca dolar transfer alan biri, 

herhalde gazeteye borcunu ödemek için 

evini satmak zorunda kalmazdı; insanların 

bunu anlamaları güç tabii.

Hayatta bir dik duruş var ise o dik 

duruş'un bir maliyeti vardır ve ben, o 

maliyeti ne pahasına olursa olsun ödemek 

zorundayım.

(...)

Sayfa 15:

Ve en sonunda Aydın Bey'e vedalaşmak 

için gittiğim zaman bana "Turgay'dan kaç 


lira alacaksan aynısını sana vereyim" dedi.

"Ben Turgay Bey'den bir lira almadım" 

dedim.

Sahiden öyleydi.

(...)

Sayfa 18

Soru: Hürriyet'ten uzaklaştırmak için 

olamaz mı?

Cevap: Böyle dedikodular oldu.

Benim AKP ile yakın olduğumu, Aydın 

Doğan'ın da AKP'ye yakın bir politika 

izlediğini düşünenler oldu ama ben 

AKP'ye 

o kadar da yakın değilim.

Kısacası yerimin Hürriyet'te sağlam 

olduğunu düşünüyordum, iyi anlaşıyorduk.

(...)

Sayfa 18:

Şöyle ki: Benim birçok yerde kilit 

pozisyonlarım vardı.

Neredeyse gurup içerisinde gurup haline 

gelmiştim.

Bir adama bu kadar fazla bağımlı olmak 

belki patronu rahatsız etmiş olabilir.

Hürriyet'te köşe yazarı, yayın yönetmeni 

adayı, Kanal D'de yayın yönetmeni, icra 

kurulu üyesi, radyoların başında.

(...)

Sayfa 19:

Başıma gelen bir olayı anlatayım:

Cem Uzan'la benim aramdaki sorunu 

bütün 

Türkiye biliyor.

Uzan Grubu'nun ipliğini pazara çıkaran 

adam benim.

Buna mukabil, emniyet'ten bize Cem 

Uzan eşiyle, babasıyla yapmış olduğu 

telefon görüşmelerinin kayıtları geldi.

Ailevi meseleler yani.

İş ile ilgili ya da Türkiye'nin maruz kaldığı 

ekonomik skandallarla ilgili bir şey 

konuşmuyorlar.

Bizim muhabir arkadaşlar, polisten alıp 

bana getirdiler.

"Ağabey bunu polisten aldık, 

yayımlayabilir miyiz?" diye sordular.

"Çocuklar bu kaseti hemen yok edin" 

dedim.

Yani bu bizimle alakalı bir şey değil, adam 

karısıyla konuşuyor bize ne!

Böyle bir kaseti dinlemek ayıp.

Bu ahlaka aykırı bir durum.

Ve ben kaseti çöpe attım.

Fakat bazı gazeteler bunları yayımladı.


(...)

Sayfa 19:

Yine örnek veriyorum:

Sevdiğim bir dostum ve iyi bir gazeteci 

olan Sedat Ergin, kendi telefon 

konuşmalarını basına yansıdı diye, İçişleri 

Bakanı Meral Akşener hakkında dava açtı 

ve bundan duyduğu rahatsızlığı defalarca 

dile getirdi.

"Benim özel hayatımı yayınladınız, benim 

mahremime girdiniz, benim telefon 

konuşmalarımı dinlediniz ve bunu 

yayınladınız" diye mahkemeye verdi ve 

Meral Akşener karşısında o zamanın 

parasıyla çok büyük tazminat kazandı.

Fakat aynı Sedat Ergin döndü, şimdi 

ismini hatırlamadığım bir sanatçının 

yaptığı telefon konuşmalarını bire bir 

yayınladı.

Hani ülke güvenliğiyle ilgili olur, çok 

önemli olur, belki olabilir de ama ben 

bunu yapmam.

Yapmadım da!


(Fatih Altaylı Levent Kırca polemik: Sen 

Yalakasın, Salaksın!


"F. Altaylı: Beni arayarak "Sen rahatsız 

olacaksan bu ilanı almayız" diyen gazeteci 

dostum Zaman Gazetesi Genel Yayın 

Yönetmeni Ekrem Dumanlı'dan başkası 

değil."



(...)

Sayfa 21:

Ben ayrılırken Ertuğrul Bey ağladı.

(...)

Sayfa 21:

O kalktığı gün yerinde dostu olan Fatih 

Altaylı'yı veya çok sevdiği Sedat Ergin'i mi 

görmek ister, yoksa alakasız birini mi?

Ve O, koltuktan kalktığı zaman da 

Hürriyet'te yazmaya devam etmek istiyor.

O zaman Sedat veya benim de Hürriyet'in 

başında olmamız Ertuğrul Bey'in işine 

gelir.

(...)

Sayfa 22:

Tarafsız gazeteci yoktur, tarafını saklayan 

gazeteci vardır.

Bu çok çok daha tehlikelidir.

(...)

Sayfa 23:

Mesela çok etkili demeyeyim ama önemli 

görünen bir köşe yazarının Başbakan'a 

koltuğunun altında patronuna ait bir 

şirket dosyasıyla gittiğini ve Başbakan'ın 

kendisine: "Bu şekilde gazeteye Genel 

Müdür mü oldunuz?" diye alay edip, 

kapıdan dışarı yolladığını da biliyorum.

(...)

Sayfa 25:

Bana Mustafa Koç, "Yanlış bir şey olduğu 

zaman ilgili bakanlığa telefon açıyoruz, 

hemen bürokratlarla bizim arkadaşları bir 

araya getiriyorlar, hatalı bir şey varsa 

düzeltiliyor" dedi.

Bir iş yapmaya çalışan, yol açmaya çalışan 

bir Hükümetimiz var.

İdeolojik olarak yanımızda değiller; illa 

Türkiye'yi bizim ideolojimizdeki insanlar 

yönettiği zaman mı biz bravo diyeceğiz?

(...)

Sayfa 25:

Bugün insanca yaşayacak parayı kazanmak 

ve gazetecilik yapmak için gazeteciliğe 

girdim.

Bugün insanca yaşanacak parayı 

kazanıyorum.

Hatta fazlasını kazanıyorum.

Allah'a çok şükür.

Ama patron olmak gibi bir niyetim hiç yok.


(...)

Sayfa 26:

Soru: Bu arada kolunuzdaki şu meşhur 

saat mi?

Cevap: Evet meşhur saat bu.

Bende elli tane kol saati var.

Turgay Bey'in de bana saat hediye 

etmesinin sebebi o.

Ben saat piyasasını yakından takip ederim.

Saat ve otomobil manyaklığı var bende.

(...)

Sayfa 26:

Yüz on bin euro değerinde olduğu yalan.

Patek Philippe'in yüz onbin euro 

değerinde bir saati yok.

15-20 bin euro civarlarında bir şeydir 

herhalde.

(...)

Sayfa 26:

Ne yapacağız yani, tek taş pırlantalar, 

küpeler takacak halim yok.

Saatlerle idare ediyorum.


(...)

Sayfa 39:

Yani, Fransa'da Sarkozy gibi politikacılar 

eğer birtakım hedefleri gerçekleştirme 

konusunda samimilerse Türkiye'siz bunu 

yapamayacaklarını bilmeleri lazım.

Fransa bugün, en çok İran'la ilgileniyor.

İran üzerinde söz sahibi olmak, İran'la 

ilgili  birtakım projelerin 

gerçekleştirilebilmesi için Türkiye lazım.

(...)

Sayfa 40:

Bugün Ukrayna'nın Fransa'ya veya 

Almanya'ya Türkiye'den daha çok 

benzediğini Ukraynalıların gelenek, 

görenek, tipi tarz, kent yapısının 

Avrupa'ya daha çok benzediğini ben de 

kabul ederim.

(...)

Sayfa 41:

Zaten Avrupa'nın içerisinde Ukrayna'dan 

yirmi tane var.

Fransa'nın içinde beş tane Ukrayna var.

Ukrayna ne katacak?

Ama Türkiye bir şeyler katacak onlara.

(...)

Sayfa 45:

Hatırlarsınız Abdullah Öcalan 

yakalandıktan sonra çöktü, yargılandı.

Ve birdenbire İmralı'daki arkadaş haline 

geldi.

Hem istihbaratın hem Türk askerinin 

kontrolündeydi.

Örgütle bağlantısı, verdiği mesajlar 

Türkiye'nin istediği, örgütü pasifize 

etmeye, tansiyonu düşürmeye yönelikti.

Ancak Avrupa Birliği sürecinde idam 

cezasının ortadan kalkmasıyla beraber 

Abdullah Öcalan'ın tavrında değişiklik 

oldu.

Büyük ihtimalle can korkusu gitti ve uzun 

bir süreç içinde serbest kalabileceği, 

hatta örgütün başına tekrar geçebileceği 

inancına kapıldı.

Bu işin bir tarafı.

Diğer tarafta uzun süredir yazdığım 

Kürdistan gerçeği var.

(...)

Sayfa 46:


Çünkü 1 Mart Tezkeresi Türkiye tarihi 

açısından çok önemliydi.

Bu tezkerenin geçmesine onay verilmesi 

gerektiğini söyledim; çünkü...

(...)

Sayfa 53:

Soru: Fatih Bey, Kara Kuvvetleri Komutanı 

ne demişti?


Cevap: "Türkiye giderek Filistin oluyor" 

demişti.

Talihsiz bir benzetme olduğunu söylemek 

mümkün.

Çünkü Filistin dediğiniz zaman iki ayrı 

toplum, işgal edilmiş topraklar, bir tane 

hukuksuz bir devlet, bir tane de devletsiz 

bir hukuk söz konusu, oldukça karışık.

Türkiye'ye benzetmek hiç doğru değil.

Türkiye'yi Filistin'e benzettiğiniz zaman 

Türkiye'nin Güneydoğusu ile ilgili ve 

kurulmakta olan Kürdistan devleti ile ilgili 

sıkıntılar ortaya çıkar.

Türkiye haklı taraf olduğunu anlatamaz.

(...)

Sayfa 54:

Bugün Orgeneral Özkök'ün orduyu 

getirmiş olduğu konum aslında 

demokratik ülkelerde ordunun olması 

gereken pozisyon.

Hatta demokratik ülkelerde Genelkurmay 

Başkanı'nın adı bile bilinmez.

Fransa vatandaşının yüzde doksanı bilmez.

Ama Türkiye'de ise siyasetin önemli 

aktörlerinden biri olarak tanınır.

(...)

Sayfa 56:


Türkiye'den baktığınızda "Vay efendim 

emniyet'te kadrolaşıyorlar" deniyor.

Emniyet'te zaten elli senedir kadrolaştılar.

Ne oluyor işte Fethullahçı gidiyor da 

Süleymancı geliyor, sadece içindeki 

nüans'lar değişiyor.

Yoksa milli eğitimdeki kadrolaşma 

1970'lerde başlamış, birtakım ideolojik 

kadrolar eğitimden geçirilip öğretmen 

yapılmış ve bunların önü açılmış.

Türkiye'de iktidarın sırtındaki ciddi bir 

yük olan imam hatipler meselesi var.



(...)

Sayfa 56:

Ben geçen günkü yazımda da yazdım, 

polis Hizb-ut Tahrir örgütünü 

hoşgörüyorsa, yıllardan beri hoşgörüyor.

Hizb-ut Tahrir Güneydoğu kökenli, radikal 

İslamcı ve terör yanlısı bir örgüt.

Bunların militanları geçen cuma günü (2 

Eylül 2005) Fatih Camii'nde bir eylem 

yaptılar, polisin buna gösterdiği hoşgörü 

eleştirildi.

Polis her zaman hoşgörü gösterdi, 10-15 

sene içerisinde 50 tane böyle eleştiri 

vardır.



(...)

Sayfa 56:

Bu örgüt beni iki kez öldürmeye çalıştı.

Birinde polisin dayatmasıyla Türkiye'yi 

terk etmek zorunda kaldım.

"Gidin" dediler.

Mecburen iki ay Amerika'da kaldım.

Soru: Hangi tarihte?

Cevap: 1997

(...)

Sayfa 57:

TÜRKİYE MUHAFAZAKARLAŞIYOR MU?

Bunların kadroları aynı, kadrolar arasında 

fark yok.

Abdülkadir Aksu ANAP'ta yıllarca bakanlık 

yaptı.

ANAP'tan içişleri bakanlığında en çok 

kadrolaşma yapan bu adam.

Aynı kadrolar AKP'den kadrolaşma yaptı.

Diğer bir kadrolaşma iddiası milli eğitim 

bakanlığında.

Bu adam TBMM'ye DYP'den girmiş, adam 

DYP'de zararsız da, AKP'de mi zararlı?

(...)

Sayfa 57:

Soru: Ama sağın nüans'ları var.

Cevap: Değişim öyle nüanslarda oluyor, 

çok fark yok ki.

Bugünkü hükümette birçok bakan 

Anavatan'dan...

Cemil Çiçek, Anavatan'dan...

(...)

Sayfa 60:

Anayasa Mahkemesini ortadan 

kaldıramazlar.

Herkes bir şey isteyebilir ama yapılır 

yapılmaz.

Şimdi Anayasa Mahkemesi Başkan Vekili 

Haşim Kılıç tartışılıyor.

(...)

Sayfa 61:

Bu hükümet iktidarda 10 sene kalırsa 

Anayasa Mahkemesi'ni değiştirebilir; ama 

hemen yapamaz.

Gerçi değiştiremezler ya, diyelim ki 10 

sene iktidarda kaldı, değiştirdi.

Yeni Anayasa Mahkemesi varolan 

Anayasa'yı yok mu sayacak?

Hayır böyle bir Anayasa yok, ben buna 

inanmıyorum mu diyecek?

Yerine Kur'an-ı Kerim mi koyacak?

(...)

Sayfa 61:

Mesela; Bush Amerika'yı mahvetti, rezil 

etti, ama bir tane psikopat her zaman 

çıkabilir.

(...)

Sayfa 66:

Soru: İstanbul'daki trafik sorunu nasıl 

çözülür?

Cevap: Dünyanın bütün büyük 

metropollerinde trafik sorunu var.

(...)

Sayfa 69:

ÖZELLEŞTİRME BİR HATA MI?

(...)

Sayfa 72:

Niye beni işten çıkarıyorlar, onu işten 

çıkarmıyorlar?

Yarın Sabah gazetesinin işleri kötü gitse, 

yazılarım okunmasa beni kapıdan atarlar, 

onu niye atamıyorlar?

Üstelik benim maaşımı Turgay Ciner, onun 

maaşını devlet veriyor.

Onun ne hakkı var bunu yapmaya?

(...)

Sayfa 75:

MEDYANIN YABANCI SERMAYEYE AÇILMASI

(...)

Sayfa 76:

İşte Asil Nadir, hem sanayi yatırımları 

vardı hem medyası vardı adamı 

paramparça ettiler.

(...)

Sayfa 76:

Turgay Ciner'e sordum, o farklı açıdan 

yaklaştı.

Yarın öbür gün çok stratejik meseleler 

olduğu zaman nasıl yayın yapacaklarını 

bilemeyiz, dedi.

Ben dedim ki, kurumlar kurulur, yargı 

yetkileri olur, bunlar gereğini yapar.

Ben Türkiye'de medyanın çeşitlenmesini, 

medyaya daha çok sermaye girmesi, 

medya kuruluşlarının güçlenmesi, daha 

kompetitif olması gerektiğini 

düşünüyorum.

Bu herkes için iyi bir şey, reklam veren 

için iyi bir şey, televizyon seyircisi için iyi 

bir şey, medya çalışanları için çok iyi bir 

şey.

(...)


Sayfa 81:

Soru: Siz kaçamak yapıyor musunuz?

Cevap: Hiç yapmam...

(...)

Sayfa 81:

Soru: Toplumda büyük bir sıkıntı var, 

erkekler de sürekli kaçamak yapıyor?

Cevap: Kadınlar da yapıyor.

Soru: Evet kadınlar da yapıyor.

Ama Türkiye'de kadınlar yapmadıklarını 

iddia ediyorlar.

Cevap: Öyle bir iddiaları yok.

Sadece daha profesyonel yapıyorlar bu işi, 

ortaya çıkmıyor.

Soru: Üst kesim kadınlardan mı 

bahsediyorsunuz?

Cevap: Hepsi yapıyor, alttakiler de 

yapıyor.

Sonra işlenen cinayetleri her gün 

gazetelerde okuyoruz.

(Hande Altaylı: Güzel kadının iffetli 

olması çok daha zor


(...)


Sayfa 83:

Soru: Çapkın değil misiniz?

Cevap: Değilim.




(...)

Sayfa 86:

Soru: Ulusalcı dediğiniz kesim?

Cevap: Bunun içinde İşçi Partililer de var.

Yekta Güngör Özden gibiler de var, 

cumhurbaşkanımız da var.

(Sezer: 'Türk basını ülkeyi kötüye 

götürüyor'


(...)

Sayfa 86:

Soru: Amerika'nın Yunanistan'a yaptırım 

uygulama gücü yok ki.

Cevap: Niye yok.

Soru: Parasal olarak sıkıntısı yok, 

Amerika'ya bağımlılığı yok, güçlü bir 

diplomasisi var, Avrupa Birliği'nin de eski 

üyelerinden.

Biliyorsunuz ki, Amerika'ya zaman zaman 

kafa tutabiliyor.

Rusya ile de iyi ilişkileri var.

Cevap: Fransa da Amerika'ya karşıt tavır 

benimsedi.

Ama sonuçta ülkelerin Amerika'yı 

küçümsemesi dünya politikasında var olan 

bir şey.

(...)

Sayfa 91:

BÜYÜK ORTADOĞU PROJESİ

Orada enerji meselesi hakikaten önemli.

(...)

Sayfa 86:

Soru: 50-60 bin asker oraya geldi.

Bizden de bir 50-60 bin asker aşağıya indi.

O elli altmış bin asker, Türk askeri arasına 

sıkışmış olacaktı.

Cevap: İşte bu 'Metal Fırtına'da anlatılıyor.

Amerika, Türkiye'de bir operasyon 

yapmak istiyorsa yapar.

BM'de aleyhimize girişimler yapar, 

siyaseten o bölgede Türkiye'yi sıkıntıya 

sokacak adımlar atabilir, Kürtlere silah 

verir, Barzani'nin, Talabani'nin elini 

güçlendirir.

(...)

Sayfa 104:

TÜRKİYE VE AVRUPA

Avrupa Birliği ile ilgili meselede de bizim 

uzlaşmayı sonuna kadar denememiz lazım 

ama Avrupa Birliği "Güneydoğu'yu ayrı bir 

devlet haline getir" derse o zaman 

kalkarız masadan.

Ben Hürriyet'ten ayrıldım ama bir günde 

ayrılmadım.

Doğan Grubu ile uzlaşmak için Doğan 

Grubu'nun benim dik duruşuma destek 

verecek adımları atması için bir buçuk ay 

bekledim.

Beklentilerimi anlattım sonra baktım ki 

ortada benim geleceğimle ilgili bir mesele 

var.

O zaman vurdum kapıyı çıktım.

(...)

Sayfa 105:

Ben çocuğum olmasa, karım olmasa her 

halukarda Hürriyet Gazetesi'ne tekmeyi 

vurup, kalkar limon da satarım.

Ama sorumlu olduğum insanlar varsa 

onları düşünerek hareket etmek zorunda 

kalıyorsun.




(...)

Sayfa 109:

Olayları derinliğine araştıracak muhabir 

kalmadı, kalanlar da küskün benim 

gördüğüm kadarıyla, çünkü buradaki 

skalayı daha bilmiyorum ama 

Hürriyet'te19-20 senelik muhabirler 

1,-1,5 milyar maaş alarak çalışıyorlar.

(...)

Sayfa 110:

Geçen gün burada Doğan Grubu ile Ciner 

Grubu arasında bir ücret karşılaştırması 

yaptık.

Muhabirler açısından Ciner Grubu daha iyi 

durumda, muhabirlere daha fazla para 

veriliyor.

Doğan Grubu ise yönetici ve üst düzey 

çalışanlara daha fazla para veriyor.


(...)

Sayfa 112:

Şöyle söyleyeyim, kızlardan ötürü sorun 

yaşayan çok gazeteci olduğunu biliyorum.

Mesela, Vuslat Sabancı, Hürriyet'te olayı 

dengeli götürüyor ama Hanzade Doğan'ın 

varlığı, Milliyet'te ciddi sıkıntılar yarattı.

Mehmet Yılmaz onun yüzünden görevden 

ayrılmak zorunda kaldı, görevden alındı.

(...)

Sayfa 112:

Ben ayrılırken Aydın Bey'e de, Vuslat 

Hanım'a da, Ertuğrul Özkök'ün kıymetini 

bilmelerini söyledim.

Çünkü Ertuğrul Özkök dengeleri çok 

gözeten bir adam.

(...)

Sayfa 114:

Ertuğrul Özkök'ün, Hürriyet'i, Almanya'da 

çıkan Bild gazetesine benzetmek 

niyetinde olduğunu biliyorum ama her 

ülkenin kendine özgü koşulları var.

(...)

Sayfa 115:

Ama Bild, Almanya'da saygın bir gazete 

değil, tirajı çok yüksek; ama paçavra 

muamelesi görüyor.

(...)

Sayfa 115:

Soru: Başbakanımız geçenlerde, Kanal 

7'nin eski muhabirlerinden Mehmet Akif 

Beki'yi Başbakanlık Sözcülüğü'ne atadı.

Onun yerine Fatih Altaylı'yı atasaydı daha 

iyi olmaz mıydı?

Zaten o günlerde çalışmıyor gibiydiniz.

Cevap: Çalışmıyor değildim ama...

(...)

Sayfa 116:

Mehmet Akif benim de arkadaşımdır, 

yıllardır tanırım ama şu var ki orada daha 

iyi bir yaklaşım sergilenebilirdi.

(...)

Sayfa 118:

O günlerde Pakize Suda, Doğan Grubu'nda 

çok güçlü olan Uğur Dündar hakkında bir 

yazı kaleme almıştı.

Uğur Dündar da, Pakize Suda'ya yazı 

yazdırılmaması için hem Aydın Doğan 

nezdinde, hem Ertuğrul Özkök nezdinde 

girişimde bulunmuştu.

Ben de Ertuğrul Bey ile görüşüp bunu 

engelledim.


(...)

Sayfa 120:

Bence Hürriyet'in başyazarı Ertuğrul 

Özkök'tür.

(...)

Sayfa 123:

"Türkiye'deki basın özgürlüğü, Avrupa 

Birliği ülkelerinin önündedir" yazdığım 

zaman bana patron yalakası diye 

kızıyorlar ama bu doğru!


(...)

Sayfa 124:

Soru: Türkiye'de demokrasi olmadığı 

düşünülüyor.

Ama birtakım uygulamalar aşırı 

demokratik.

Fransa'da genel yayın yönetmenleri belli 

stajlardan, belli güvenlik 

formasyonlarından geçerler.

Ertuğrul Özkök stajdan geçmiş midir?

Cevap: "Evet, Ertuğrul Özkök stajdan 

geçmiştir" diye düşünüyorum ben.

(...)

Sayfa 125:

Dedim ki:

"Aydın Bey, ben at suratlı bir adamım.

Akşam insanlar eve yorgun argın 

geldiklerinde televizyonda motor gibi 

konuşan bir adam yerine güzel bir kadın 

görmek isterler."

(...)

Sayfa 126:

MEHMET ALİ BİRAND, KANAL D'NİN BAŞINA 

NASIL GETİRİLDİ?

Mehmet Ali Birand tarzı haber yapılırsa 

kimsenin izlemeyeceği, haber bülteninin 

içinde magazin olması gerektiğini, bunun 

Mehmet Ali Birand'a da zarar vereceğini 

söyledim.

Ben köşe yazarıyım, köşeli bir adamım.

Haber tarafsız olmak zorunda, ekranda 

ben "Uzan" haberi okurken, "Sayın Cem 

Uzan" dersem millet bir tarafıyla güler.

(...)

Sayfa 128:

Fakat ben bu haberleri onlardan değil de 

bir internet sitesinden öğrenince rahatsız 

oldum ve "Ben böyle bir ortamda 

çalışmam" dedim.

Ayrılma kararını o gün, yani 19 Mayıs 

günü verdim.

(...)

Sayfa 129:

"Aydın Bey bir yola çıkmışsınız, 

başlamışsınız, herkesi bir kez daha rezil 

etmenin alemi yok.

Mehmet Ali Birand size hayırlı uğurlu 

olsun, ben burada yokum" dedim.

Kanal D'de haberlerden sorumlu icra 

kurulu üyesi olduğumu söyledi.

Bunların içi boş şeyler olduğunu söyledim 

o gün Hürriyet'te yazımı yazmadım.

(...)

Sayfa 130:

Bana daha fazla para vermeyi teklif 

ettiler.

"Yüz bin dolar verelim" dediler.

Son güne kadar teklif etmeyi sürdürdüler.

Benim kapımın bunlara kapalı olduğunu, 

beni parayla teskin edemeyeceklerini 

söyledim.

(...)

Sayfa 133:

Fatih Altaylı başarılı bir isim ama Mehmet 

Yılmaz'ın başarıları tartışılır.

(...)


Sayfa 133:

Soru: Siz köşenizi yazıyordunuz 

Hürriyet'te, onun için ayrı bir ücret mi 

ödeniyor?

Cevap: Hayır, böyle genel bir kontrat 

yapılmıyor.

Her kuruluşta ayrı kontrat oluyor, 

Hürriyet'le, Kanal D ile, diğer kuruluşlarla 

ayrı ayrı kontratlar yapılıyor.

Köşe yazısı için ayrı bir ücret, Kanal D 

için, radyolar için ayrı ücret alıyordum.

(...)

Sayfa 135:

Soru: Siz Turgay Bey'le anlaştınız.

Turgay Bey size nasıl bir olanak 

hazırlaması gerektiğini, örneğin nasıl bir 

oda istediğinizi sordu mu?

Sizin böyle meraklarınız var mı?

Cevap: Kanal D'de benim Audi S6 

otomobilim vardı, aynı arabadan istedim.

Bir hafta sonra geldi, ben o arabayı 

ısmarladım ama gelmesi üç buçuk ay dört 

ay sürecek, sana hazır bir araba alalım 

dedi.

Ben "olur" deyince, o da başka bir araba 

aldı.

(...)

Sayfa 136:

Benim çok dostum var, yakın çevrem 

gazetecilik hayatım boyunca hiç 

değişmedi.

Şunu gördüm ben, bazı gazeteci 

arkadaşlarımız, gazeteci olduktan sonra 

sınıf atlama çabasına giriyorlar, tüm 

çevrelerini değiştiriyorlar.

Ben gazeteci olduktan sonra hiçbir 

dostum değişmedi.

(...)

Sayfa 139:

Van'da varlıklı, çok eski bir aile.

Ama aşiret değiller.

Mallar, mülkler, köyler falan var ama 

aşiretimiz yok.
(...)
Sayfa 141:

Babamın işi olsaydı devralırdım ama bizim 

ailede dedemden sonra kimse çalışmadı.

(...)

Sayfa 142:

Yani 1942'den beri ailede çalışan kimse 

yok.Bir tek ben çalışıyorum.

(...)

Sayfa 142:

Dedem yurtdışında eğitim almış, okumuş 

bir adamdı, o yüzden gelenekselliğimiz 

falan yoktu.

Namaz kılmaz, dini inancı olmayan 

enteresan bir adamdı.

(...)

Sayfa 142:

Soru: Boğaziçi Üniversitesi'ni bıraktınız 

mı?

Cevap: Bıraktım.

Kalktım Amerika'ya gittim, okumak için 

bir süre Amerika'da kaldım.

Baktım ki sıkılıyorum orada da 

okuyamayacağım.

Döndüm burada Basın Yayın 

Yüksekokulu'na yani İletişim Fakültesi'ne 

girdim.

Bir de çalışmak için Cumhuriyet 

Gazetesi'ne başvurdum.

(...)

Sayfa 142:

Hasan Cemal'e gittim: "Ben gazeteci 

olmak istiyorum" dedim.

Hasan Cemal şaşırdı, damdan düşer gibi 

bir adam gelmiş, "İyi spordan futboldan 

anlar mısın?" dedi.

"Galatasaray taraftarıyım ama futbol 

uzmanı değilim" dedim.

"Peki ne yaparsın?" diye sordu.

"İyi kayak yaparım" dedim.

"Bize yaramaz. Yabancı dilin var mı?" dedi.

"Fransızca, İngilizce biraz Almanca, çat 

pat İtalyanca" diye cevap verince spor servisinde çeviri yaparak işe başladım.

(...)

Sayfa 144:

GÜNEŞ BATARKEN GAZETECİLERİ TABANCA 

İLE TEHDİT ETTİ Mİ?

Bizden önceki yönetim Uluç Gürkan ve 

arkadaşları Ankara'daki binayı satmış, 

parayı da kendi tazminatları sayarak alıp 

gitmişlerdi.

(...)

Sayfa 145:

Erdal Yılmaz'ın şoförü de kapının önünde 

oturuyormuş, belinde de tabanca varmış.

Ben adamın ne tabancasını bilirim ne de 

kendisini.

Onun belindeki tabanca benim tabancam 

olarak lanse edildi.

Tamamen yalan.

Ama böyle efsaneler yaratıyorlar.

Orada yüzlerce insan vardı.

Bir kişi çıksın,"Ben Fatih'in elinde tabanca 

gördüm, bana silah doğrulttu" desin.

O zaman aynı gazetede çalışmamıza 

rağmen Emin Çölaşan'ı mahkemeye 

verdim.

(...)

Sayfa 147:

SADAKAT FATİH ALTAYLI İÇİN NE DEMEK?

Her tarafta mutlu bir evliliğiniz olduğunu 

söyleyeceksiniz, bir yandan da çapkınlık 

yapacaksınız.

Kendinize de ayıp, eşinize de ayıp.

Ben yalan söylemeyi başarabilen bir adam 

değilim.

Bazen çapkınlık yapan arkadaşlarımın 

yerine koyuyorum kendimi; ne diyeceğim 

ben kadına...

(...)

Sayfa 151:

İnsanlar da beni okuduğu müddetçe 

yazmak istiyorum.

Bir de Toscana'da ölmek istiyorum.

(...)

Sayfa 151:

EŞİNE HALA AŞIK, BUNU NASIL AÇIKLIYOR

Karım bana "Sen ruh hastasısın" diyor, 

belki de doğrudur.

Ben zaman zaman karıma tekrar aşık 

oluyorum.

(...)

Sayfa 154:

Normalde sabah altıda kalkarım.

Haftanın birkaç günü sabahları yedi 

buçuğa kadar golf oynarım sonra işe 

giderim, eğer golf oynamazsam yedi, yedi 

buçukta işte olurum.

(...)

Sayfa 154:

Kızımı okula hazırlıyorum.

Cumartesi günü genelde evdeyim.

(...)

Sayfa 154:

Evet iyi yemek yemeyi çok severim.

İyi yemek yerim.

Arkadaşlar sen 100 kilo olmalısın derler.

Hakikaten yemek yapmayı da seviyorum.

Yemek yedikten sonra, hatta bazen bir 

işkembe paçacısı kursam ya da Paris'teki 

ünlü aşçılık okulu "Le Cordon Blue"ya 

gidip dokuz ay kurs alsam mı diye 

düşünüyorum.

(...)

Sayfa 155:

Kemer Country'de oturuyorum.

Daha önce Bebek'te oturuyorduk; sonra 

çocuk olunca mahalle ortamında büyüsün 

diye oraya taşındık.

(...)

Sayfa 155:

4500 tane kadar Longplay'im, bir o kadar 

sayıda CD'im var.

Karımla aramızdaki bir farklılık var; ben 

rock müzik hastasıyım, karım Türkçe 

pop'u daha çok seviyor.


(...)

Sayfa 156:

Bizim evde hiç para pul konuşulmaz.

Zaten Hande'nin müthiş bir geliri yok.

Reklamcıyken de vasat bir geliri vardı.

Şarkı sözü yazdı; Türk müzik piyasası 

dolandırıcı dolu.

Alması gereken 63 bin dolar para vardı; 

aldıysa 10-15 bin dolar para almıştır.

Ama bizim kasamız ortak kim ne 

kazanırsa ortaktır.

Bazen "Senin bir ayda kazandığını, ben on 

beş dakikada kazanmıyorum" dediğim 

zaman bana kızıyor; "Ben senden 

akıllıyım" diyor.

"Niye?" diyorum, "Sen eşek gibi 

çalışıyorsun, ben fazla çalışmadan senin 

paranla senden daha iyi yaşıyorum" diyor.


(...)

Sayfa 157:

Soru: Peki evde televizyon seyrediyor 

musunuz?

Cevap: Bizim evde televizyon yok 

diyebilirim.

Bir tane televizyon var.

Evin en alt tarafında duruyor, bazen 

haftalarca açılmaz.

Şimdilerde yeni seyrettiğim bir iki dizi var.

Geç saatlerde onları seyrediyorum.

CNBC-E'de "Desperate Houswifes" ve       

"X Files".

Bir de "Sex and The City"yi seyrederdim.

"Asmalı Konak" varken, Hande onu 

seyrederdi.

(...)

Sayfa 158:

Hepsi okumuş kültürlü bir toplum 

yaratırsanız sokağı kim süpürecek, 

köprüyü kim boyayacak, inşaatı kim 

yapacak.

Ama Türkiye'de 1 milyon tane okumuş 

adam 100 bin çok düzgün adam olsa 

Türkiye'yi götürür.

Amerika'yı da bunlar götürüyor.

İngiltere'yi de bunlar götürüyor.

(...)

Sayfa 159:

Düşünün yani Kemal Derviş gibi bir 

adamınız var sizin, adama karşı nefret 

taşıyorsunuz.

Adam kaçmak zorunda kaldı, kaçırdık.

Türkiye'nin sorunu bu, elitini bir yere 

getiremiyor.

(...)

Sayfa 159:

Soru: Peki sizin en son okuduğunuz kitap 

ne?

Cevap: "Benim Hüzünlü Orospularım". 

Marquez.

(...)

Sayfa 160:

Atıyorum, Sabah Gazetesi'nde 1500 kişi 

çalışıyor.

Bu 1500 kişinin içinde ahlaksız, hırsız, 

şerefsiz biri varsa yakalamanız şansa 

kalmış.

(...)

Sayfa 162:

Bakın Hıncal Uluç, Gamze Özçelik olayı 

için "Su testisi su yolunda kırılır" diyor.

Aynı şeyi Reha Muhtar, Nazlı Ilıcak da 

söylüyor.

Ben de diyorum ki, "kerhanede bir kadınla 

yatsan bile onu çekip yayınlamak 

saygısızlıktır. İnsan beraber olduğu birine 

saygı göstermeli, bu rezilliktir" diyorum.

"Ama Gamze Özçelik de hak etti" 

deniliyor.

Niye hak etti?

Şimdi bunları söyleyenlerin görüntüleri 

yayınlansa hoşlarına gider mi?

Ece Gürsel diye bir kadın var onun 

görüntüleri yayınlansa Hıncal Uluç'un 

hoşuna gider mi?


(...)

Sayfa 163:

KIZI HANGİ MESLEĞİ SEÇERSE ÜZÜLÜR?

(...)

Sayfa 165:

Ama belli olmuyor, yarın gelip bana 

"manken olacağım" derse üzülürüm biraz.

Manken olmaya kalkarsa bu onun başarısı 

olmaz; bu annesiyle benim başarım olur.

Biz becermişiz onu güzel yapmışız.

Kendi yeteneğiyle hayatını kazanmasını 

tercih ederim.

(...)

Sayfa 165:

Soru: Başka çocuğunuz yok.

Peki olacak mı?

Cevap: Ona annesi karar verir.

Ben "beş çocuk yapalım" diyorum.

"Beş çocuk babası olmayı ben de isterim" 

diyor.

...

KİTAP ANALİZ

Aileden zengin ama "spor" olsun diye 

medya işine bulaşmış, iş'liyor.

Kayıyor, yüksek atlıyor, sabah 

kahvaltısından önce golf sopası ile top'a 

vuruyor.

Meşale ile boyum kadar puro yakıyor, VİP 

tribün yangın yeri!:))

Hobisi yazmak.

Cesur, korkusuz bir gazeteci.

Eşini hiç aldatmamış, çok seviyor.

Yalan söylemeyi beceremiyor.

Zengin ve babası hiç çalışmamış bir 

aileden geldiği halde, Ciner'in verdiği kol 

saatini kabul ediyor.

Anlatırken, Ciner'e de Doğan'a da kol saati 

takacak kadar varsıl'mış gibi bir havası var.

Sonrasında "çalışmazsam aileme kim 

bakar" diye konuyu şark'i ağlak üsluba 

bağlıyor.

Laik insan zekasına hakaret.


Misal: Hürriyet'e borcunu ödemek için 

içinde oturduğu evini satıyor.

Zengin bir adam neden evini satsın!?

Hesabından çeker öder, aynen eşine ev 

alması için havale yaptığı gibi.

Oksimoron.

Kaldı ki; Doğan'dan da, Ciner'den de 

transfer parası almıyor, borcunu ödemek 

için ev satan gazeteci iken, bir anda lüks 

ev sahibi olan bir gazeteciye dönüşüyor!

Kemer Country'de bir villa, eşine lüküs 

jeep vb kim'in hediyesi?!

Az kazanan eşine 300 bin Euro'luk jeep 

alacak kadar çok kazanıyor, eşi de hobi 

olarak reklamcılıktan aşk yazarlığına terfi 

ediyor.

Anlatırken 'dik duruş'un bir bedel'i 

olduğundan bahsediyor ama Altaylı'nın dik 

duruş'tan anladığı yaşam tarzı, lüks 

yaşam'ı kaybetmeme histerisi!

Çap'tan düşme.

Aileden varlık görmüş biri hiç görmemiş 

gibi davranır mı?!

Misal, soruların en zalimi olan o en basit 

soru:

Hürriyet'e borcunu evini satarak ödeyen 

yazar, kaybettiği davaların tazminat'ını 

ödemek için bir şeylerini satmış mı, 

satmamış ise tazminat ederlerini kim'ler 

ödemiş?!

Demem o deme değil şu deme:

Fatih Altaylı'yı 'Kendi Ses'inden yek'e tek 

anlatan yazar, hem o gün'kü (20 Eylül 

2005) anlatımı içinde tutarlı değil, hem 

de aradan geçen zaman içinde karizması 

derin çizik yemiş.

Hürriyet'ten, Kanal D'den nasıl 

gönderildiği 

hakkında "gerçek" bilgi sahibi değil, o 

hikaye çok farklı bir hikaye, bumerang.

Hürriyet'teki kapı'ya helal tekmeyi basıp 

çıkan gazeteci, Haber Türk'e tekmeyi 

basamıyor ise sebep sadece siyasi 

iktidarın baskısından kaynaklı olabilir mi 

ve/veya kol saati sorunsalı sadece bazı ak 

siyasilerden ibaret değil, medya'yı da 

etkisi altına alan büyük bir çürüme'nin 

parçası olamaz mı?!

"Saat kaç?!"

Yani?!

BOP kapsamında özetle hikaye şudur:

AKP'ye muhalefet etmeyi reddeden 

ve/veya kolpadan muhalefet yapıp gaz 

alan her gazetecinin arkasına sığındığı bir 

aile hikayesi vardı.

"Ailemin geçimini sağlamak için uyum 

sağlamak zorundayım" mavrası!

"Gazeteciler ne kadar çok kazanırsa o 

kadar özgür olur, dik durur" önermesi, 

ispat'a muhtaç bir lakırdı olarak kaldı.


"Üç maymun" medyası.

Aradan geçen zaman içinde görüldü ki, bu 

anlı şanlı gazeteciler ve aileleri lüks 

içinde yaşarken, BOP'eşbaşı AKP'ye 

muhalefet edenler sürünmüş?!

Onlar iyi gazeteci, biz'ler tukaka.

"Cici gazeteciler" akçasal değirmen 

ak'maya devam etsin diye üç maymun'a 

devam etmişler, ta ki Gülen ve Erdoğan 

arasındaki sert ayrışmaya kadar.

İsrail/İran makas'ı.

Yani?!

Altaylı'nın şahsımla ilgili yaptığı 

Ankara'daki dedikoduları, laf taşımaları 

geride bıraktım, kendi hikayesinden de 

anlaşılacağı gibi ne işi var, işini parasını 

kaybeder ise ne eşi var ne de güvenlikli 

bir geleceği...

Sözün özü:

Fatih Altaylı'nın anlatımından şu basit 

sonuç'lar çıkıyor:

1. İddia ettiği gibi zengin, cesur, dik 

duruş'lu bir gazeteci ise kendisine 

yazdırılmayan yerden (HT) istifa eder, bir 

blog açar, inandığı ne varsa oradan okur'la 

paylaşmaya devam eder, cesaret'ini 

ortaya koyar!

Ne de olsa Uzan'dan korkmamış, 

imparatorluk yıkmış bir adam Erdoğan'dan 

neden korksun değil mi?!

İsterse AKP'yi de yıkar, eğer izin 

verirlerse tank'ın üstüne dahi çıkar!

2. Fatih Altaylı için Türkiye'de inandığı 

türde yazı yazmak için şartlar uygun değil 

ise Paris ve/veya Pensilvanya üzerinden 

çok sert muhalif yazılar yazması da 

mümkün!

1997'de yurtdışına çıkan 2015'te neden 

çıkmasın?!


Yazmak isteyen için her yer Pensilvanya!

Varsıl bir gazeteci neden "Alo Fatih" 

diyalogları içinde ayağa düşürülsün!?

"İstifa etmeyip sineye çekmesinin" sebebi, 

neticesi ortada.

3. AKP'ye "yüksek övgü" düzen, 

Silivri'deki esir gazetecileri ziyaret 

etmeyi reddeden, buna karşılık Öcalan'la 

Bekaa'da görüşüp gazetecilik yapan biri 

olarak Fatih Altaylı'yı bu dönemde, 

susturan, korkutan nedir?!

Yani paralel dinlemeden mukaddem özel 

hayat'a dair bir şantaj sözkonusu ise 

Altaylı cesur'ca ortaya çıkıp açıklamalı ya 

da neden Gülen'e döndüğünün makul ve 

mantıklı izah'ını yapmalı!

Yapamayacak durumda ise gazeteciliğe 

mola verip Paris'teki aşçılık okulu'nun 

yol'unu tutmalı ve/veya Zaman'da 

Dumanlı yazabiliyor ise Altaylı 

HaberTürk'te niye yazamıyor?!

HT'de çarpılamayan kapı ve/veya 

Hürriyet'te çarpılan kapı'nın etrafında 

dönülüyor ise Zaman, Stv, Bugün vb 

medyalar Altaylı için makul medyalar 

değilmidir?!

Merkez Medya'da karşı darbe adına 

yardım ve yataklık eden bir düzen'e yeni 

düzen'de izin verilir mi ve/veya izin 

verecek olan düzen'i nasıl düzerler vs 

bakmak lazım!

Hayat memat nüans bu.

Netice:

Sakin, dalgasız havada herkes kaptan, 

herkes gemici.

Görüldü ve anlaşıldı ki, BOP'ta "mış gibi"ye dayalı yani "part-time" dik duruş'lu süreç "24 saat"e dayalı zaman'lama üzerinden derin'leştikçe, "yek tek" birçok ünlü gazetecinin yaldız'ı, sırması sökülmüş, itibarları karşı darbecilerin ayakları altında paspas olmuş.

Ufuk Güldemir, Güneri Cıvaoğlu, Emin 

Çölaşan, Uğur Dündar, Oktay Ekşi, Hıncal 

Uluç, Hasan Cemal, Fehmi Koru, Fatih 

Çekirge, Yılmaz Özdil, Tuncay Özkan, 

Mustafa Balbay, Sedat Ergin, Fikret Bila, 

Zafer Mutlu, Ertuğrul Özkök, Nuri 

Çolakoğlu, Fatih Altaylı ile devam ediyor, 

geriye düşüş.

Laik yaşam tarzı, çağdaş demokrasi 

ve/veya özgürlüğe dayalı gazetecilik 

'merkez medya'dan düşmüş ise sebep 

sadece AKP iktidarı olmasa gerek.

Kanmak istemeyeni hiçbir güç kandıramaz.

Gazetecilik, köşe'lerde, oda'larda yan 

gelip yatma mesleği midir?!

Değil ise sorun nerede?!

Üretmediğini tüketme, talep etmek 

hastalığı!

Literatürde "O yaptı, ben de tahrik oldum 

yanlış yola saptım, ihanet ettim"e dayalı 

kolpa çok olsa da, o bahane'ye ceza 

indirim'i var mı?!

İsrail/İran makas'ı kapsamında, 

takas/makas zamanlar.

Vs vs vs.

Not: Altaylı'nın kızı manken olursa 

üzülürüm, neden?

Babası o zaman kalem'ini boş yere 

iktidara yatırmış, karşı devrimcilerin 

hizmetine sunmuş olur.

Evlat, eş, anne, baba vb adına yapılan her 

türlü raydan çıkış, aldatış, döner dolaşır 

kişinin kendi itibarını vurur.

Haydan gelen para, huy'a gider.

Çocukluğunda zihnen ve ruhen yanlış 

beslenen çocuk, büyüyünce ne yedi ise 

onu ortaya koymaz mı?!

Allah isterse "ol" der ve olur, onun için 

iliştirilmiş gazetecilik gibi Yaradan'lığa 

soyunup şirk'e batanlardan olmamak 

elzem.

Altaylı gibi AKP'yi Gülen'i hem Yaradan'ın 

hem de devlet'in yerine koyup 

tapınmak'tan kaynaklı ciddi bir güvenlik 

açmaz'ı var.

Gazeteci ölümlü fanilere tapmaz, 

tapınmaz, sorgular, işi budur.

Kimseye gazetecilik dersi verecek 

değilim, 

"bu mesleği bilenler, mesleğe ihanet 

ettiler" deyip bu bahsi kapatalım.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder